Medeniyetimiz birkaç yüzyıldır bir gerileme sürecinden geçiyor. Bu süre içinde iklimimize yeni bir şey katamadık ama çok şeyimizi kaybettik. Terk ettiğimiz hasletlerimiz, yaşlanan ve miadını dolduran kurumlarımız kaybettiklerimiz arasında yer almaktadır. Bu sürede aynı zamanda hayatımız da şehirleşme, yeni teknolojiler ve yönetimlerle yenilendi. Müslümanlar bu gelişmelere önce seyirci kaldılar, sonra da peşinden sürüklendiler. Kendi değerleriyle, hayat tarzlarının yeni bir neslini inşa edemediler.
Kaybettiklerimizi telafi etmek için yeni nesil kurumlar inşa etmek yerine, eskileri dirilterek ama daha çok Batıdan taklit ve nakil yolunu aradık. “Geçmişimizden” aldıklarımız işe yaramadı. Batıdan aldıklarımız yaralarımızın üstünü kapatsa bile o kabukların altında daha derin ve yapısal yaralar açtı. Aldıklarımız insan modelimizi, eğitim ve hukuk mantığımızı bozdu, sosyal dokumuzu yırttı, hayatta kalmanın yol ve yöntemlerini değiştirdi. Öyle ki kendimizi yönetmeyi, hatta nasıl giyinmemiz gerektiğini bile unutturdu!
Son yüzyılda yıkılan, bozulan ve değişen bütün hasletlerimiz arasında en önemlilerinden biri, düzen, nizam inşa etme geleneğimizdir. Selefimiz olan Osmanlı ve onun da selefi Selçuklu düzeninin çok büyük kısmı aşağıdan, günlük hayatla birlikte ve halk tarafından inşa edilmişti. Halk, inançları ve hayat tarzıyla bir şeyi yaşamaya başlıyor, değerlerini hayata geçiriyor, belki o şey artık hayatın içine yerleşerek hizmet vermeye başladıktan sonra, devlet ona bir düzen, nizam getiriyor, yasal hale dönüştürüyordu.
Ama Osmanlı’nın son zamanlarından bu yana dünyamızı inşa etme yaklaşımımız değişti, hatta tersine döndü diyebiliriz. Aşağıdan, yaşayarak ve tuğla üzerine tuğla koyarak inşa etmenin yerini tepeden inmecilik aldı. Osmanlı, bununla da kalmayarak yaklaşımı gibi önceliklerini de değiştirerek devletin yapısında, uç kısımlarından ve ordudan başlayarak değişim yapmak istedi. Her teşebbüsünde başarısızlıktan sonra biraz daha içten ve geriden alarak “eskisi gibi olma”nın yollarını aradı. Tepeden inmecilik Cumhuriyet devrinde tavan yaptı. Hemen her şey “yukarı”dan, “Ankara”dan ve küçük bir kadronun marifetiyle halkın hayatına, çok zaman cebirle eklemlendi. Mardin’de, nehir üzerinde bir sal çalıştırılması kararının Ankara’dan alınarak Resmi Gazetede yayınlanmasıyla yürürlüğe girmesi gibi.
Ankara’dan emirle geleni kabul edenler, etmeyenler; sorgulayanlar ve “dil uzattırmayanlar,” değişenler ve değişmeyenler, şu veya bu kadar değişenler derken halk bölündü.
Derken halk da gözünü, kendisini değiştirmek isteyen devleti değiştirmeye dikti. Eski zihniyette değişen devlet halkı da değiştirecek ve muasır medeniyet seviyesine çıkılacaktı. Yeni zihniyete göre ise devlet değişince öncelikle kendisi bu kadar baskı görmeyecek ve devletin değişimiyle her şey kolaylıkla değişecek eski “biz”i bulmuş olacaktı.
Belki her şeyin en kötüsü, bu uzun süreçte, millet olarak hayatımızda hemen hiçbir işe yaramayan bir “çare”ler ve “çözüm”ler yığını, boş bir “tespitler” ve “tenkitler” çöplüğü biriktiemiş olmamız. Bir “dedim-dedi” lafçılığı, diğer adıyla “edebiyatı” oluştu. Halbuki toplumları felaha erdirecek olan "lafçılık" değil "işçilik"tie. İnsanın yararına şeylerdir. Varsın bunlar "küçük işler" olsun. En küçük iyiliklerden biri, yol üzerindeki bir taşı, dikeni atmaktır ve bir deve yükü laftan daha hayırlı ve inşa edicidir.
Yeni alışkanlıklarımız ve davranış dizileri peyda oldu. Artık biz de her şeye yukarıdan bakmaya başladık! Tepeden inmecilik dünya görüşümüz haline geldi.
Hemen herkes, “her şeyi devletten,” “Ankara”dan bekliyor. “Devletten geçinme,” “kapağı devlet atıp kurtulma” yeni nesillerin de geçim mottosu. Onun için de kimse kendi menfaatinin gerektirdiği şeyler dışında ortak hayatımızın gereklerini yerine getirmek, eksiğini tamamlamak veya yaşadığı hayatı ve çevreyi zenginleştirmek için bir şey yapmıyor. Yanlış olanı düzeltmek veya kötülüğü önlemek, hiç değilse müdahale etmek için veya iyiliği yaymak için pek bir gayrette bulunmuyor.
Bu yüzden toplum sosyal ve ahlâki yönden gelişmiyor! Çünkü kendi işini kendisi yapmıyor. Buna bağlı olarak bilimler ve sanatlar; ahlâk ve muamelât, hatta hukuk ve mantığımız bile gelişmiyor! Bundan dolayı dilimiz de gelişip zenginleşemiyor! Çünkü hazırdan yiyenin hiçbir melekesi gelişmez! “Neme lazımcılık” artık hayat tarzımız haline geldi! Bir yanlışı, kötülüğü düzeltmek isteyen “başına bela almış” oluyor!
Hâlbuki bir toplum ekmek ve eşya kadar değerler ve kurallar üreterek ve inşa ederek hayatını devam ettirebilir, mutlu olabilir. Entelektüel merakın, yeni bir şey keşfetmenin, “yoldaki taşı, dikeni kaldırıp atma”nın yerini hiçbir yol-yöntem alamaz. Çünkü “yoldaki taşı atmak” hem özünde, hem de yöntem olarak daha fıtri ve insanidir. Onun tabiatında insanlar için bir zorluğu ortadan kaldırmak, onlardan bir kötülüğü gidermek vardır. Bu, yöntem olarak da bir şeyi, hayatı aşağıdan inşa yolunu benimsemek demektir. Bu usul, varlığın doğuş ve gelişme şekliyle uyumludur ve gelişmecidir.
Tepeden inmecilik ise ne kadar haklı ve yerinde olursa olsun, varlık kanunlarını tam olarak gözetemez. Bu yöntemin özünde keyfilik vardır. İş yapmak kadar, bazen ondan çok insan nefsini besleme meyli vardır.
Yazık ki Osmanlının devamı olduğunu iddia eden ve Cumhuriyetin başından itibaren “tepeden inmecilik”ten şikâyet eden Müslümanlar da bu yöntemin kurbanı oldular! "Şimdi “başkasının (Batının) ipiyle kuyuya inerek” varlıklarını devam ettirebileceklerini zannediyorlar! Böylece kendi var olma mantıklarını karartıp, gelişme dinamiklerini köreltiyorlar.
Gençler dünyamızı ve geleceğimizi inşa etmek için ne yapmalıdır?
- Gençler; insanın zararına olan veya onlara zorluk çıkaran bir şeyi ortadan kaldırmayı hayat tarzı haline getirmeli, bundan asla vazgeçmemelidir! "Böylece bulunduğu çevreyi aşağıdan, “yoldaki taşı, dikeni kenara atacak” kadar da olsa inşa etmeye katkıda bulunmalıdır.
- Dünyasını inşa etmeye yalnız kötülükleri savuşturarak değil, aynı zamanda insanın yararına olanı, iyiyi, güzeli ve gerekli olanı yayarak katkıda bulunmalıdır. Bu işlerde bilimlerle, ahlâk ve sanatlarla yeteneklerini geliştirmeli ve diğer insanlarla dayanışma içinde olmalıdır.
- İnsanlara faydalı olmak için öncelikle boş söz ve işleri terk etmeli, yukarıda sözünü ettiğimiz “lafçılık,” “edebiyatçılık,” siyasi polemikçilik ve hamaseti terk etmelidir. Zira “Müslümanım” diyen her insanın önce faydasız işten sakınması gerekir. Faydasızlığı hayat haline getirmiş birinin insanlara faydasının olması beklenemez. Hatta hayat tarzıyla millet hayatının sonunu hazırlayabilir. Milletlerin akıbetini tayin eden şey onların alışkanlıklarıdır.
- Gücünün yetmediği yanlışlar, aykırılıklar, haksızlıklar, hesapsızlık ve düzensizliklerle asla barışık hale gelmemeli, onları kanıksamamalı, ülfet peyda etmemeli, kötülüklere yapıcı şekilde mesafeli durmalıdır.
RESİM VE TASARIMLAR
Öne çıkarılmış görsel: http://www.harptec.com/Blog/post/what-s-the-difference-between-top-down-and-bottom-up-approach.aspx (Thank you)
Tasarımlar: Gülizar Nur AYDIN (Teşekkür ederiz)
Leave a Reply
Your email address will not be published. Required fields are marked (required)