Birinci Dünya Savaşı başlarında Almanya’ya giden merhum Mehmet Akif Ersoy’a seyahat dönüşü sorarlar:
“Avrupa’yı nasıl buldunuz?”
Şair olduğu kadar büyük bir mütefekkir olan Akif şu kısa cevabı verir:
“Dinleri var işlerimiz gibi, işleri var dinimiz gibi.”
Bir kültür; Mehmet Akif gibi bir mütefekkirin İslam ve Batı dünyasını bir cümlede kıyaslayan bu muhteşem değerlendirmesini neden sadece tekrarlamakla yetinir? Yüzyıllar süren bir krizin cevabı, hatta anahtarı bulunmuşken neden başka cevaplar arar? Sözüm ona büyük teorilere, yüksek perdeden okumalara, türlü hikâyelere, süslü kelimelere neden ihtiyaç duyar? Cevabı doğru buluyorsa neden bu istikamette bir dünya kurmak için yola koyulmaz?
Bu yazıyla gayemiz, bir toplum kendi dinamikleriyle gelişmeyi öğrenmeyip, başka toplumların değerleri ve dinamikleriyle sorunlarını çözmeye kalkması halinde başına nelerin gelebileceğini ve kendi değerleriyle gelişmesini örneklerle anlatmaktır.
Günümüz Müslümanı İnsanlığa Ne Vâ’d Ediyor, Ne Verebiliyor?
Müslümanlar, ortak bir hayata ve insanlığa İslam üzerinden çok şey vâ’deder görünüyor. Söylediklerine erişmek imkânsız değil ama bunun için öncelikle dayandıkları değerleri hayata geçirmek, onlarla bir düzen kurmaları gerekir. Zira insanlık, tarımda olduğu gibi sosyal hayatta da avcılık-toplayıcılık dönemini çok gerilerde bıraktı. Tarımda tohumu ekip yetiştirdikten sonra biçmek mümkün olabildiği gibi, her biri birer tohum olan değerlerden de, o değerler hayata geçirilip kültür veya ahlâk haline geldikten sonra ancak yararlanılabilir. (Kültür Latinceden Batı dillerine, oradan Türkçeye geçmiş toprağı işleme, bitki ve hayvan yetiştirme, ayrıca zihnin işlenmesiyle ilgili bir kavramdır. Türkçedeki ilk karşılığı ekin’dir) Yani insan, iyilik hikâyeleri anlatmakla, ayet ve hadisi referans göstermekle İslam’dan hakkıyla yararlanmıyor, insanlığın sorunları çözülmüyor. Ezberlenen ve tekrar edilen o değerleri hayata geçirmek gerekiyor. Ne yazık ki İslam adına konuşanlar bunu yapamıyor. Hatta dindarlar ortak hayatın nimetleri olan özgürlükler, sanatlar, sporlar, bilimler ve eğlenceler gibi kamusal alan nimetlerinden yararlanıyorlar ama oraya değer katamıyor, katkıda bulunamıyorlar. Bu durum, her yapılanla birlikte inananların biraz daha hayatın dışına itilmesi demektir.
Ortak bir hayatın en büyük paydası insanın ihtiyaçları, haklar, özgürlükler ve bunların hayata geçirilmesiyle inşa edilecek bir düzendir. Bunun için olağanüstü şeyler yapmak gerekmiyor. İnsanın yaratılışından gelen meleke ve yeteneklerini iyi yolda kullanmasını kolaylaştırmak yeter. Kitaplarda yazılı olan bir yana, çağdaş Müslümanların bunları yaptıkları ve insanın yeteneklerinden gerektiği gibi yararlandıkları söylenemez. Onun için de ellerinin altında Âlemlerin Rabbinden gelmiş bir Rehber olmasına rağmen insanlığa verebilecekleri fazla bir şeyleri yoktur. Onlar, “dindarlık” adına melekelerini köreltirken, rekabet içinde oldukları akımlar ise insanların yeteneklerini kötülüğü yayma yönünde kullanmaları ve geliştirmeleri için her türlü imkânı sağlıyor!
Hazırdan yeme ve taklitçilik burada da muhafazakârların karşısına çıkıyor, insanın yaratılıştan gelen melekelerinin öneminin (Yüce Allah’ın yaratmasının) farkında olmamanın cezasını çekiyorlar. Öyle ki hayatları boyunca hiçbir şeyi sorgulamadıkları için eşyanın tabiatını bilmekten bile uzaklaşıyor, adalet melekeleri dahi kullanılmaya kullanılmaya köreliyor. Buna, sorgulamadan yaşama rahatlığı, zihin konforu, otoriteye duydukları ölçüsüz saygı, hizipçilikle düşünme, iyi ve güzel şeyler uğruna fedakârlık yapmama ve korkularını da eklemek gerekir. Bununla kalsa iyi geleneksel dindarlık “dünya hayatı geçici” ve kanaatkârlık” üzerinden insanları hayattan ve toplumun geri kalanından koparıyor, ortak hayata bilimler, sanatlar, mimari, dayanışma modelleri (vakıf, dernek, sendika), medya gibi hayatı nitelik ve nicelik yönüyle geliştirecek yeni bir şey veremiyor. Evet, dünya hayatı gelip geçicidir ama aldanma halinde ebedi hayatı da mahvedecek bir geçicilik! Böyle bir hayatı küçümseyerek yahut sadece “kendini kurtararak” değil, şahsi hayat-ortak hayat arasında bilinçle tayin edilmiş bir alanda yaşamak lazım. Dindarlar, hayatı geliştirmekten yana kendilerinin sebep oldukları Müslümanların bu zillet halini tevhid-maneviyat yokluğuyla açıklamaya çalışsalar da, bu durum maneviyat zayıflığından önce inandıkları değerlerin yaşadıkları âleme dâhil edilmemesinden, din-dünya işleri arasına perde koymalarından kaynaklanıyor. Muhafazakârların belli bir kesimini hiziplere hapsederek hayatlarını kurtarırlar mı bilinmez ama hayatın dışarıda kalan kısmının yularını bıraktıkları, bu yolla da “insanın başıboş bırakılmasına” sebep oldukları kesin.[i]
Yukarıda, Mehmet Akif ERSOY misalinde olduğu gibi değerlerimizi ve tefekkür sermayemizi dünyamızı aşağıdan, yaratılış (fıtri) seyri içinde imar etmek yerine, eğlence haline getirerek haz almak, hamaset yapmak veya insanı dünyadan koparmak için kullandığımızdan insani bir düzen inşa edemiyoruz.
Gerçekte ihtiyacımız olan ataların dediklerini tekrar veya taklit etmek değil “doğru” dediklerini yapmak, yanlışlarından ve “yanlış” dediklerinden sakınmaktır. Ama işin daha da özüne gitmek istiyorsak, temel kaynaklara giderek atalara ve Mehmet Akif’e de bu anlayışı kazandıran değerlerden yola çıkmak gerekir. Akif’in bir cümlelik tespiti üzerinden söylemek gerekirse, bu gün yapılması gereken, “dinimiz gibi” iyi, doğru ve kâmil işler yahut onların “işleri” gibi doğru ve düzgün işler yapmak, bu usulle dünyamızı yeniden imar etmektir.
Ama öyle mi yapıyoruz? Çağdaş Müslüman, herhalde kendisinin ne kadar iyi bir insan olduğu mesajını subliminal (bilinçaltı) yoldan vermek için, atalardan binlerce iyilik hikâyesi paylaşırken bir işini bile düzgün yapmak şöyle dursun, dört başı mamur tanımlamayı konuşmuyor. İşine zamanında başlamıyor ve bitirmiyor. Yaparken keyfi (zanla, zulümle) davranıyor, işlerinde eksik ve gedikler bırakıyor. Küçük işlerinde hakkı ve hakkaniyeti gözetmiyor, memleket ölçeğinde adaletsizlikten şikâyet ediyor. İşinde mutlaka kendine maddi-manevi pay ayırıyor, bununla şeytanı ortak ediniyor! Çünkü şeytan zamanında başlamayan veya bitirilmeyen, eksik bırakılan, belirsizlik içeren, kuralsız işleyen, ölçüsüz yapılan her işte insana ortaktır.
Çağdaş Müslüman yaptığı işin neyi gerektirdiğini, tabiatını (fıtrat) merak etmiyor. Hâlbuki her iş ve eşya ona yüklenmiş yasalarla yaratılmakta ve bir tabiat kazanmaktadır. Bir karayolu veya demiryolunu inşa ettikten sonra artık onların her birinin kurallarına göre davranmak gerekir. Bir binayı fizik yasalarına ve şehir plânları ve mimari kurallara göre yapmak gibi. Canının değil işin istediği gibi davranmayı idrak edebilen, adama göre iş değil, işe göre insan tayin edecek ve liyakatin de ilk kuralını yerine getirmiş olacaktır.
Düzen Kurma ve Müslüman Toplumların Kendi İç Dinamikleriyle Gelişmesi
Medeniyetler veya Büyük Kültür Sistemleri safhalar halinde varlığını sürdürür. Akamete uğradığı her dönemden sonra yeni bir dönem inşa edilebilirse o medeniyet yoluna devam edebilir. Asr-ı Saadetle Hz. Peygamber (SAS) rehberliğinde inşa edilen İslam Medeniyeti de Ortadoğu, Kuzey Afrika, İran, Maveraünnehir, Endülüs, Hint Yarımadası, Selçuklu ve Osmanlı dönemleriyle günümüze kadar gelebildi. İslam Medeniyetinin son “inşa dönemi” Osmanlının ilk yarısıdır. Medeniyetimizin, Osmanlının orta dönemine kadar devam eden bu son inşa dönemi bile 400-500 yıl geride kaldı. Osmanlının yaptığına bu zamana kadar yeni bir şey katmadan varlığımızı devam ettirebildik. Bir “yeniden inşa” dönemi çok gerilerde kaldığından kendi iç dinamiklerimizle gelişme, yenilenme ve dünyamızı yeniden imar etme fikri zayıfladı. Yeniden inşa etmen, ibda ve imar etme bilgimiz de büyük miktarda aramızdan çekildi. Onun için uzun zamandır gelişme, sorunlarını çözme hatta insanın yeryüzündeki en büyük emeli olan adaleti bile geçmişi taklitle veya dış dinamiklerle arıyoruz ama o dış dinamikler de -belki az bir gelişme karşılığında- daha fazla sorun üretiyor, toplumu bölüyor, kesimleri birbirine düşürüyor. Dış dinamiklerle gelişmeyi sigara yasağı ve İstanbul Sözleşmesi örneklerinde görmek mümkündür:
Mesela İslamın can, mal ve sağlığın korunması, kazancın temiz yerlere harcanması gibi hiçbir kültür veya medeniyette benzerleri olmayan sayısız güçlü değerlerine; haklar, helâller ve haramlarına, mubahlar, mekruhlar ve yasaklarına rağmen İslam Medeniyetinin uzun zamandır öncülüğünü yapan Türkiye bile sigarayı kendi değerleri ve dinamikleriyle değil, AB üyeliği rüzgârıyla ve ancak bir miktar kısıtlayabildi.
Dış dinamiklerle gelişme haklar konusunda ise bundan çok daha vahimdir:
Yüz yıldan fazla zamandır inanma ve inandığını yaşama hakkı, etnik diller ve kimlikler; okuma, düşünme ve yazma hakları; siyasi tercih hakları gibi değerleri dışarıdan ithal ederek milli hayatımıza geçiriyoruz ve bu ithal değerlerle sayısız problemler yaşıyoruz. Bunlardan biri de kadın haklarıdır:
Yüce Allah’ın “Dininizi kemâle erdirip, insan üzerindeki nimetini tamamladığı”[ii] ayetle bildirildiğinde sevgili Resulü de, Veda Hutbesinde, o zamana kadar inşa ettiği devletin yine kemâl safhasında, “haklarına riayet edilmesi” şartıyla “kadınların Allah’ın emaneti” oldukları hükmünü tebliğ eder. Üstelik kadınlar, yalnız Müslümanlara değil, “Ey insanlar!” hitabıyla bütün insanlığa ve “hakları hususunda Allah’tan korkulması!” uyarısıyla topluma emanet edilir.[iii] Doğruluk, güven, koruma, sakınma ve hesabı olma gibi değerleri kapsayan “emanet” aynı zamanda insanın, dinin, devletin ve devlet (kamu) malının, dul-yetim ve güçsüzlerin ve malın idaresini kapsayan büyük ve taşınması sorumluluk isteyen bir değer yargısıdır. Kadınlar bu ağır sorumluluk altında ve hesabı zor şartlarla topluma emanet edilmiştir. Kadınlar topluma “emanet” edilmekle fizik yasaları gibi bir yasa topluma hâkim kılınmaktadır. Bu yasadan bizim anladıklarımız: 1. Kadınlar toplumun önemli bir kesimidir. 2. Kadınların her yönüyle korunmaları gerekmektedir. 3. Kadınlar, bir toplum inşa etmenin önemli yapı taşıdır. 4. Bu yasaların gereği yerine getirilmezse toplum sağlıklı bir toplum olmaz, o toplumda hastalıklar hâsıl olur. Peki, ama Müslümanlar bunu böyle anlayarak davranıyor mu?
Dindar ve muhafazakârlar İslam’ı bireysel hayata hapsedip, dışarıda kalanı siyasete ve ticarete sermaye yaptıkları için ondan sosyal ve toplumsal dinamikler çıkaramıyorlar. Hâlbuki İslam bir toplumun içten gelişmesi için sayısız değerler veriyor. İslam’ın birçok değerleri bu işte ehil olan toplumlarda dinamiklere dönüştürülebiliyor ve hayat veriyor. Müslüman toplumlar bu sayede sorunlarını çözebilir ve çözdükleri alanlardan başlayarak gelişme yoluna girebilir. Mesela “haklar” konusu son yüzyıllarda dünyadaki en büyük dinamiklerinden biri rolünü oynadı. Dünyayı etkileyen Fransız İhtilali insan hakları arayışından doğdu, buradan çıkan akımlar dört bir tarafa yayıldı, girdiği yerleri etkisi altına aldı.
Çağdaş Müslümanlar, kendi değerleriyle hareket ediyor olsalar zamanın ihtiyaçlarını ve önceliklerini görebilir, yukarıda belirttiğimiz emirlere ve uyarılara bakarak “kadınların haklarını” korudukları gibi bunu insani bir düzen inşa etmenin ana dinamiklerinden biri haline getirebilir. Bu değerlere sahip çıkmak, adaletin tesis edilmesi bakımından da önemli rol oynar. Zira insanın yeryüzündeki en büyük ortak amacı adalet ise haklar adalete götürecek basamaklar, kadın hakları da insan haklarına götürecek önemli adımlardır. Allah, Müslümanların ne ile düzen kurmaları gerektiğini ve nasıl huzur bulabileceklerini açık açık gösterdiği halde bunları bırakıp hamasetle, şiirle, duygusallıkla hayat aramaları elbette düzen kurmaları ve huzur bulmalarını zorlaştıracaktır.
Müslümanlar bir süredir İslam değerlerini yukarıda anlattığımız şekilde dinamik haline getirerek sorunlarını çözmek ve ileri gitme yollarını aramak yerine dış dinamiklerle yaşama kolaylığını, atalarından veya Batıdan hazır alma yolunu seçtiler. Misal olarak kadınlar konusunda, Batıda hazırlanmış İstanbul Sözleşmesini kendileri hazırlamadıkları gibi hiç tartışmadan kabul ettiler ve aynı sözleşmenin devamı olarak 6284 Sayılı kanunu çıkardılar. Kendi usulleri varken, Batıyı taklit ederek yaptıklarıyla düzen kurmak şöyle dursun, hem toplumsal yapılarına dinamit koydular, hem de inandıkları değerleri kendi elleriyle saf dışı ettiler:
Bu düzenlemelerle ve “kadını koruma gerekçesiyle” on sekiz yaş öncesi evlenme, düğünde toplanan varlıklar, mal rejimi, boşanma, nafakalar, velayet, çocuk haczi ve şahitsiz ispatsız suç isnat etmek gibi sebeplerle on binlerce erkek mahkûm olup aileye ağır darbeler vurulmuş oldu, evlilik dışı hayat meşru ve kanunlarla korunur hale gelmiş oldu.
Sessiz sedasız yapılan bu düzenlemelerden çeşitli yeni hastalıklar, yapılar ve örgütler türedi ki böyle bir durumdaki toplumda fitne ve fesattan emin olunamaz, tefrikacılık ve kavga önlenemez. Nasıl ki Fransız İhtilali etkisiyle Osmanlının içine özgürlükler kanalıyla fitne ve fesat girdiyse bu defa da bu yoldan girmeye muvaffak oldu. Yasal düzenlemeyle kadın ve erkeğin her birinin bütünün yarısı olduğu dünya görüşü yasayla geriye itildi, iki cinsiyeti ayrıştıran ve aralarında düşmanlık doğuracak faaliyetler meşrulaştırıldı, LGBT+ cinsiyetçilik anlayışına kapı aralandı. Anne-baba-çocuklar üçgenindeki sevgi, şefkat ve merhamete dayalı ilişki biçimi yerine çatışmalı aile türü geldi. Bu yeni durum sosyal hayatı ve kamu düzenini derinden etkiledi. Bütün bunların üstüne, bu düzenlemelerin gerekçesi olarak gösterilen “kadına şiddet” azalmadı, dönüşmedi, tam aksine ciddi artışlar gösterdi.
Çağdaş Müslümanlar ayetlere ve hadislere yüklenmiş değerlerden hayat türetmeyi, tohumdan tarla dolusu hububat yetiştirmeyi unutur gibi unuttular. Ayet ve hadisleri hayat yüklü tohumlar olarak değil, hazırdan alıp ağızlarına atacakları çerez gibi düşündüler. Bu yönde gayrimüslim batılılar, yüzyıllardır değerlerimizden Müslümanlardan daha çok yararlanma hünerini gösteriyor. Bizim, “Batılılar ilmi, devlet idaresini, diplomasiyi, iş ahlâkını vs. Müslümanlardan aldılar” sözümüz bunu başka bir şey söylemeye gerek bırakmadan doğruluyor ama Batının bunu hangi yollarla, nasıl başardıklarını merak bile etmiyoruz. Batının Müslümana duyduğu düşmanlık onun Müslümandan ilim almasına engel olmadı ama Peygamberin açık emrine rağmen.[iv] Müslümanların düşmanlığı, Batıdan ilim almaya, hiç değilse ilim alma usulünü anlamaya engel olabiliyor!
Müslümanlar yeni bir medeniyet inşa edecek değil, İslam Medeniyeti zaten var. Bugün yapılması gereken o medeniyetin yeni bir dönemini inşa etmektir. Onun için zamanın, insanın ve ihtiyaçların, anlayış ve yaklaşımın, buna bağlı olarak dilin, terminolojinin ve teknolojinin değişmesiyle neredeyse her şeyi baştan kurgulamak ve inşa etmek gerekiyor. Şükür ki temel değerlerimiz ve genel usulümüz (sünnet) yerli yerinde duruyor. Hakikati, hikmeti, temel insani değerleri el yordamıyla aramak zorunda değiliz ama onları doğru anlayarak hayata geçirme sorunumuz var.
Çünkü Müslümanlar bir dönem veya düzen nasıl inşa edilir merak etmiyor. Hâlbuki kendilerine dosdoğru yol gösterilmiş durumdadır. Temel ihtiyaçlardan yola çıkarak ticaretin kurallarla teçhiz edilmesi, ölçüler ve tartılar, yazılı-sözleşmeli bir hayat tarzı, apartman yönetimi, vakıf dernek ve sendikadan devlet idaresine kadar her yerde kuralların hâkim kılınması. Siyaset ve adaletin en üstün ahlaki değerler ve kurallarla inşa edilmesi ve işlemesi bir dönemi inşa etmenin bazı organlarıdır. Bunun için gerekli olan ahlâki kurallar fazlasıyla kaynaklarda olmasına rağmen Müslümanların tutumu, mutfakları, kileri ve ambarları meyve, sebze ve tahılla dolu olan bir ailenin kendilerini zehirleyebilecek bir lokantadan yiyecek sipariş etmelerine benziyor.
Bu yolda yaptığımız yanlışlardan biri, günümüzün muhafazakâr okumuşları medeniyete değerlerimiz üzerinden değil, Batıyla mânasız bir kıyas içinde anlam yükleme gayretindeler. Hâlbuki medeniyet mefkûremiz açıktır ve Müslüman filozoflar medeniyet arayışını, insanın insana muhtaç olarak yaratılması, bir arada yaşama, yardımlaşma ve dayanışma ihtiyacı ve faziletiyle açıklar. Bunun ilk ve evrensel örneği Medeniyet filozofu Farabi’de görülür.[v] Farabi’nin medeniyet felsefesine göre insanlar birbirlerine muhtaç yaratılmışlardır. Hayatlarını devam ettirebilmek ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bir arada yaşamaya, toplumsallaşmaya, şehirler kurmaya ve kurallara ihtiyaçları vardır. Farabi’den 600 yıl sonra yaşamış Kınalızâde Ali Çelebi de şunları söyler:
“İnsan kendisine gerekli olan şeyleri bizzat kazanmak zorunda olunca medeniyet dediğimiz toplumsallık ve insanların birbirleriyle yardımlaşmaları da zorunlu olur.”[vi]
Kınalızâde’nin “yardımlaşma” dediği iki insan arasındaki sıradan yardımlaşmaktan toplu halde yaşamanın bütün gerekleri, insanın canı, malı, ırzı, izzeti, özgürlükleri ve emniyetinin korunması, aile, sosyal hayat, üretim, ticaret, tüketim, eğitim, devlet idaresi gibi insan hayatında olup biten her şeydir. Erdemli bir toplum sadece Allah’ın varlığına inanarak ve O’na ibadet ederek inşa edilemez. İnsanın her şeyini, başından itibaren düzenlemek zorundadır. Bu şekilde düzen kurulmadan iyi bir insan olarak yaşamaya çalışmak bataklıkta temiz kalmayı beklemek gibidir.
İnsanın ihtiyaçları ve onlardan doğan birlikte yaşama ihtiyacı, birlikteliğin sosyal yapılanmaya (topluma), düzene, devlete ve medeniyete dönüşebilmesi için gerekli olan değerler, davranışlar, kurallar, ilkeler ve usuller bilinmeden sürdürülebilir bir toplumsal varolma şeklinden bahsetmek mümkün değildir.
Muhafazakârlar, medeniyet inşa eden değerleri ve inşa edilmeyi bekleyen yeni dönemi bu fıtri bakış açısıyla değil insan faaliyetlerinin çok küçük bir kısmıyla ilgili kıldıkları için düzen kuramıyor. Medeniyet fikrini neredeyse eğlence haline getirip Batının (tek dişi kalmış canavar!) mottosu üzerinden tanımladıkları için bugün medeniyet adına söz çok ama ne yapılması gerektiği belli değil. Kendi inançlarından çıkanı sebep, hedef ve usul haline getirerek iklimlerini imar edemiyorlar. Onun için çabaları da su üzerine yazılmış gibi gelip geçici oluyor, eşyada tecelli edip düzene dönüşmüyor. Bunun nasıl olması gerektiğini bundan sonraki yazılarımızda örnekleriyle ortaya koyacağız. (Devam Edecek)
İbrahim AKGÜN
RESİM VE GÖRSELLER
Öne Çıkan Görsel: Somatopsicoenergetica Thank you-Teşekkürler https://somatopsicoenergetica.blogspot.com/2018/12/la-verticalizzazione-delle-dinamiche.html
KAYNAKLAR
[i] Yüce Allah; “İnsan, başıboş bırakılacağını (ve dilediği gibi hareket edebileceğini) m sanır?” diye sorar. (Kıyamet Suresi, 15) Öyleyse insanın da Yüce Allah’ın bu vaadini yerine getirmek için çalışması ve yardımcı olması gerekir. Değilse yol gösterenin kendisi bile başıboş davranmış ve dünya düzenini onu inşa edecek olanların keyfine bırakmış olur.
[ii] “… Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım…” (Mâide Suresi, 3)
[iii] “Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız… Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın.” (Veda Hutbesinden)
[iv] 1-“İlim Çin’de de olsa alınız.” 2-“Hikmet, değerli bilgiler müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.” (Tirmizi, İlim 19; İbn Mâce, Zühd 17)
[v] Bakınız: Ebu Nasr El-Fârâbi; İdeal Devlet; El-Medinetü’l Fâzıla. Çeviri ve açıklamalar Prof Dr. Ahmet ARSLAN. 3. Baskı, Divan Kitap. 327 s. İstanbul, 2011.
[vi] Kınalızâde Ali Çelebi; Ahlâk-ı Alâî; Günümüz Türkçesiyle. Sadeleştiren Murat DEMİRKOL. S. 370. Fecr Yayınları. 2. Baskı, 510 sayfa. İstanbul, 2019.
****************
Leave a Reply
Your email address will not be published. Required fields are marked (required)