ÖZET: Bu yazı dizisinin amacı insani bir düzen kurulmasını safhalarıyla ele almaktır. Bu amaçla Giriş niteliğinde olan bu bölüm ve arkasından gelen bölümlerle kadimden beri süregelen düzenimizi sarsan ve bizi geri bırakan alışkanlıklarımızla birlikte temel sorunlarımız ele alınacaktır. Arkasından bir düzen kurmak için gerekli olan ana sermayemiz (temel değerlerimiz ve dinamiklerimiz) ifşa edilecek ve işlenecek, en sonunda elle tutulur çözüm önerileri ve projeler teklif edilecektir.
◊
Girişin Girişi: Neredeyiz?
Bir toplum, çağdaşı toplumlardan niçin ve nasıl ileri gider veya geri kalır? Toplumların hayatta kalmasının, ilerlemesinin veya geri kalmasının sebepleri ne olabilir? Kapitalizm ve sosyalizm sistemlerini tanımış ve üstüne söz söyleme yetkinliği kazanmış bir filozofun, Roger Garaudy’nin sözlerini hatırlayalım:
“Bundan 300 yıl kadar önce de Müslümanlar namaz kılıyordu, şimdi de kılıyor. 300 yıl önce dünyaya hâkimdi şimdi ise sürünüyor. Namazda bir değişiklik olmadığına göre Müslümanlarda bir değişiklik var.”
Garaudy Kapitalizmi ve Komünizmi sistem olarak olarak reddediyor, ancak İslamı tanıdıktan sonra sistemi değil, Müslümanları eleştiriyor. Sistemi hem insani bir düzen olarak hem de bütün sistemleri iyileştirici ve ıslah edici olarak teklif ediyor.
Asırlardır şaşırdığımız yolumuzu arıyoruz. Tek başına Garaudy’nin bu tespiti hakkıyla değerlendirildiğinde, hiç değilse istikametimizi göstermeye yeter. Ancak hemen hiçbir şey günümüz Müslümanları arasında tespitten, tekrardan, hatta tekrarla eğlence haline getirilmekten öteye gitmiyor. Fikirleriyle gençleri cezbeden ve sıkça tekrarlanan Garaudy’nin bu tespiti, ciddi araştırmalar konusu olması gerekirken, kuru bir söz olmaktan öteye gidemedi. Hadi, “Dış güçler” bahanesinin arkasına saklanmayalım, içimizden biri karşımızda durup şu gerçeği yüzümüze vuracak olsa ne diyebilirdik:
-Söylediklerinizi yapıp yerine getirmeyecekseniz niçin konuşuyor, niye okuyup yazıyorsunuz!
Garaudy; bu sözleriyle sorunun, alışkanlıklarımızı, hatta daha geniş anlamıyla hayat tarzımızı değiştirmiş olmakla ilgili olduğuna işaret ediyor ki, başta tarihçilerin piri olarak bilinen İbn Haldun olmak üzere bütün medeniyet tarihçileri bu tespitte birleşiyorlar: Milletlerin akıbetini tayin eden alışkanlıklarıdır. Öyleyse biz de bir düzen kurmaya girişmeden önce toplumsal yapımızı bozan, iklimlerimizi çoraklaştıran, bizi geri bırakan, hiziplere ayıran ve birbirimize düşüren alışkanlıklarımıza ve hayat tarzımıza kısaca göz atalım:
Hayat tarzımız alışkanlıklarımızın eseridir. Bir alışkanlığımız olarak, Müslümanlar değer verdikleri bir ayeti, hadisi yahut değerli bir ilkeyi veya tespiti analiz edip, içinde görünen görünmeyen ne var diye anlama zahmetine girmiyorlar. Günümüzde bir cıvatanın her bir unsuru, mesela somunu üzerine aylarca süren araştırmalar, hatta doktora tezleri yapılırken çok yazıktır ki, Müslümanların inandıkları ve dünyayı ihya eden ayet, hadis ve ilkelerden bir hayat çıkmıyor! Şikâyet ettiğimize bakmayın, aslında muhafazakârlar hiçbir şey aramıyorlar! Zira bir şey arıyor olsalardı her ayetin, hadisin, tespitin içini açıp, araştırma konusu yapar, her birinin üzerinde aylarca, yıllarca çalışır, sonunda yollarını bulurlardı.
Davranışlar ve alışkanlıklar hayatın atomları gibidir. Onların bir araya gelmesi, moleküller oluşturması (gruplanması) ve dizilişi hayat zincirini oluşturur. Diğer taraftan insan, fiziki ve sosyal çevresiyle yaratılıştan gelen (fıtri) yasalarla kuşatılmış haldedir. Hayatının devamı, çevresine vermesi ve ondan alması davranışlarının çevresiyle uyumuna bağlıdır. İnşa edici olan bu usuldür.[i] [ii]
İnşa ancak varlık kanunlarına, eşyanın tabiatına uyarak mümkün olabilir. Bir tohum, fidan veya aşı ancak yerinde, zamanında ve usulünce ekilir, dikilir ve yapılırsa tutabilir. Erdemli bir toplum, insana hizmet edecek bir düzen ancak kendi tohumlarıyla (değer yargıları) hayat bulmaya başlar. Mesela İslam’ın, İslam öncesi tohumları Hz. peygamberin ilk vahyi alması ve kaygıya kapılmasıyla Hz. Hatice tarafından kendilerine söylenenlerle dile gelir:
“Benim bildiğim, Allah seni asla zora sokmaz. Çünkü sen akrabanı, eşini dostunu gözetirsin; işini görmeye gücü yetmeyenlere yardım edersin; ihtiyacı olana verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın; misafirlerini ağırlarsın; sen doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlâklısın.”
Bütün sistemler, kurulu düzenler insani değer yargılarıyla sorgulanmalıdır çünkü her şeyin başında onlar vardır. Örf değerlerle geliştirilir, kültür oradan çıkar, medeniyet değerlerle inşa edilir, düzen öyle kurulur. Hatta insan ancak insani değerlerle insan olur. İnsanlığın neredeyse bütün kazanımlarının sınandığı ve sorgulandığı 2019 Koronavirüs pandemisiyle beraber bütün dinlerde, dillerde ve kültürlerde en çok yapılan ve artan şeyin yardımlaşma olması bir tesadüf olabilir mi? Asla değildir.
Elbette belli değerlerden doğan davranışlar ve alışkanlıklar kümelenecek, onlardan amaçlar ve hedefler çıkacak, insanları etraflarında toplayacak ve örgütleyecek, giderek kurumlar ve müesseseler haline gelirken bir taraftan sivil yapılanma (toplum), diğer taraftan kamu kurumları (devlet) olmaya doğru yol alacaktır. (Bu oluşum ve süreçleri dizi yazımızın ileri bölümlerinde anlatacağız)
İnsanın yetenekleri ve iradesi de bu süreçlerle gelişecektir. Zira inşa etmek için bilmek yetmiyor. İnsanın yeteneklerinin ve iradesinin de bu süreçlerde gelişmesi gerekir.
Burada biraz duraklayalım ve yanımıza bir rehber daha alalım: Ra’d Suresi, 11. Ayeti:
“Şüphesiz ki, bir kavim (toplum) kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların bulundukları hali değiştirmez.”
Bir toplumun kendi durumunu değiştirmesi sadece dua ve istemekle, marşla, şiirle, şarkıyla veya tepeden inmeyle değil, o insanların elleriyle yapıp ettikleriyle olur. Yani toplumun bir taraftan fertler, diğer taraftan toplum olarak iş ve çalışma alışkanlıkları, kazanma, harcama ve bölüşmeyi, yardımlaşma ve dayanışmayı, yeme-içme ve ibadetlerini, birbirleri için iyilik ya da kötülük dilemelerini düzeltmekle olur. İş ve ticarette ölçüleri ve tartıyı gözetmeleri, adalet için yaptıkları ve yapmadıkları, birbirlerine haset veya muhabbet duymaları… Yeter ki Nasrettin Hoca’nın fıkrasında kristalleşmiş olan o meşhur hastalığımızdan kurtulmak istesinler: İçeride, aralarında kaybettikleri iğneyi, “içerisi karanlık ve saman var” diye dışarıda başkaları arasında aramasınlar, başkalarını itham etmesinler. “Dış güçler” bahanesinin arkasına saklanmasınlar.
Yukarıda ayetin gereği olarak saydığımız hususların sosyal, toplumsal, siyasi, ticari ve ekonomik alanda tecelli etmesi için önce insan davranışı olarak ortaya çıkmaları gerekir. Bir şey, insanın işitme ve görme duyularıyla algılanacak, aklına ve gönlüne yerleşecek, ondan bir niyet doğacak, en sonunda da dilinden ve parmaklarından, hatta bakışları, jestleri ve mimikleriyle kendisini kuşatan âleme akacak… O alemde söz, yazı, çizgi, ezgi, tını haline; konuşma, dokunma, kavrayış, davranış, karar alma, çoktan tercih ve hareket olarak dış dünyada görünür hale gelecek, kendine yer edinecek ve düştüğü yeri değiştirecek ki insan ve yaşadığı dünyası da değişmeye başlamış olsun…
Haritada yönümüzü arayalım
Mısırlı düşünür Mustafa Mahmud şöyle bir tespitte bulunur: “Bir mümin ile bir kâfir denize düşse, sadece yüzmeyi bilen kurtulur. Allah cahilleri kayırmaz. Bundan dolayı da cahil Müslüman boğulur, yüzmeyi bilen kâfir kurtulur.”[iii]
O deniz dünyadır, dünya hayatıdır. Yüzme de her insanın kendi hayat tarzıdır. Cehalet yaşadığı âlemler hakkında bilgisizliktir. “Yüzmeyi bilmek” ise insanın yaşadığı çevrede hayatını nasıl sürdürebileceğini bilmesidir.
Denizi bilmeyen, tanımayanın, yani içinde yaşadığı ve başkaları tarafından inşa edilmiş dünyayı tanımayanın o dünya hakkında cahil kalmasından daha tabii ne olabilir. Aksi iddia bile edilemez. Ama cehalete mahkûm olup boğulmamak için denizi tanımak da yüzme bilmek de insanı hakkıyla kurtarmaz. Çünkü yaşadığımız âlemi çalışarak tanımak var, bir de o dünyayı kendi elimizle inşa ve imar etmek var. Olması gereken imar ederek bilmek değil midir? Yoksa bugün tanıdığımız dünya sürekli bir değişim ve dönüşüm içinde olduğundan yarın o dünyanın cahili durumuna düşmüş olacağız. Bu durumda yaşadığımız küçük-büyük dünyamızı tanımak ve ayak uydurabilmek için sürekli arkasından sürükleniriz. Kendi dünyamızı imar edemediğimiz için iki, üç yüz yıldır yaşadığımız bu değil midir? Batının arkasından sürüklenmek!
En iyi bildiğimiz bahçe kendi ellerimizle diktiğimiz ve büyüttüğümüz olandır. Bir asker silahını söküp yeniden toplayarak en iyi şekilde tanır. Bir insanı en iyi tanıyan onu doğuran annesidir. Ve bütün bu hallerde insan en çok kendi elleriyle ektiği, diktiği, suladığı, büyüttüğü, emzirdiği üzerine titrer. Düzen kurma ihtiyacı buradan doğar.
Bu yazımızda aynı değerlere inanan, aynı hayat tarzını yaşayan, sadece aynı gelenekten gelen değil, ama aynı zamanda, aynı geleceği tasavvur eden fertlerden oluşan bir toplumun, bulundukları halleri ve ortak geleceklerini inşa etmeleri üzerinde duracağız. Onun için dersimizi, sadece genel alışkanlığımız olan siyasi açıdan değil, kültür ve medeniyet ölçeğinde, meselenin kendi geniş ufkuyla ele alacak ve işleyeceğiz.
Yeni düzen ihtiyacı nereden çıkıyor?
Yaşamakta olduğumuz fakat çok şeyiyle eskimiş ve değişime zorlanan eski bir dünya, ama aynı zamanda kapımızda bekleyen yeni bir dünya var. Bu iki dünyayla olan ilişkimizi, çok kısa bir şekilde ve elle tutulur örneklerle, ikisi de dünyaca tanınan Sloven sosyolog Slavoj ZİZEK (Slavoy diye okunur) ve Fransız filozof Edgar MORİN yardımıyla tanımlamaya çalışalım.
Yeni koronavirüs, Suriye iç savaşı ve onun da öncesinde vuku bulan krizler, akşamdan sabaha yeni bir evresini kucağımızda bulabileceğimiz bir dünyada yaşadığımızı gösterdi. Ama koronavirüs pandemisi, yeni bir dünyaya ihtiyacımız olduğunu göstermekle kalmadı, aynı zamanda var olan düzenin kendini tüketmekte olduğunu ve yeni arayışların şekillenmekte olduğunu da gösterdi. “Şu anda, kontrolsüz ve serbest piyasa küreselleşmesine dayanan bu form (mevcut dünya düzeni), krizlere ve pandemilere yatkınlığıyla birlikte, kesinlikle ölüm döşeğindedir” diyor, filozof Slavoj ZİZEK ve ekliyor: “Fakat karşılıklı bağımlılığı ve kolektif eylemin önceliğini tanıyan başka bir form doğuyor.”[iv]
Diğer taraftan oluşmakta olan dünya bütünüyle yeni değil, eskinin kimi habis tohumlarını, enzimlerini, şimdiye kadar gerçekleştirilememiş emellerini de içinde taşıyor. Dünyaya yeni bir şekil vererek hâkim olma emellerinden başka, kimi krizlerin gösterdiği gibi dünya çapında korkuya dayalı milliyetçilikler öne çıkıyor ve yönetimlerin otoriter hale gelmesini kolaylaştırıyor.
Yeni düzenin oluşumunu, hâkim güçlerin eline veya hâkim güçlere duyulan korkudan kaynaklanan komploculuğun aşıladığı kaderciliğe yahut çeşitli kılıklardaki milliyetçiliklere terk etmemek, onun için de sosyal, siyasi ve ekonomik olarak çoklu oluşumlar aramak gerekiyor. Yeni olanı, “Temel özerklikleri koruyan, küreselleşmeyen alanlar yaratarak, küreselleşmenin de etkilerini düzeltmek” diye tanımlıyor Fransız filozof Edgar MORİN. Temel özerkliklerin başında “gıda üretimi” ve “sağlık konusunda özerkliği” sayan MORİN, “Bir millet için hayati önemde olan şeylerin yeniden konumlandırılması gerekiyor” diyor.[v]
Düzen kurmanın ve herhangi bir konudan kaynaklanabilecek krizlerin genel krizlere dönüşmesini önlemenin başında dayanışma, örgütlenme ve üretimle başlayacak oluşumlar geliştirmek geliyor. Yerelden başlayan oluşumları bilişimciler, sağlıkçılar veya mühendisler gibi mesleki yapılar üzerinden uluslararası alana taşımak, giderek kurumsal olana dönüştürmek:
“Kapalı olmayan, egoist olmayan ama topraklarına bağlı kaderci topluma da uyacak ulusal bir dayanışma bulmalıyız” diyen MORİN, “Geleneksel dayanışma yapılarının yozlaştığı bir toplumda yaşıyoruz. En büyük sorunlardan biri, komşular arası, çalışanlar arası, vatandaşlar arası dayanışmanın yeniden inşa edilmesi…” Krizler karşısında ulusal egoizme veya bağnaz şekilde dine sığınmak yerine, ZİZEK’in de ihtiyaç olarak gösterdiği yeni formlar bulmamız gerektiğini söylüyor Morin.
“Komşular arası ilişkiler” gibi temel insani değerlerden yeşeren yeni filizler, buradan çıkacak yeni hedefler ve bizi yeni bir topluma götürecek yeni araçlar ve formlar. Edgar MORİN, eşitsizlikleri arttıran düzensiz ekonomi, tüketim, zamanı yaşama şekli ve çocuklar-ebeveyn ilişkileri gibi temel değerlere kadar inerek her şeyi tekrar düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Evet, Müslüman okumuşlar bolca büyük meseleler, komplo teorileri ve gelecek üzerine ahkâm kesip gayb inancını bile zedelerken, batılı bir düşünür böyle “küçük şeylerle!,” temel değerlerle yeni bir düzeni başlatmak istiyor. Bu söylenenlere biraz da kendi dünya görüşümüzden katacak olsak, insanın üretmesi, kazanması, yiyip içmesi ve infak etmesinden, ebeveyn-çocuk ilişkilerinden yardımlaşma ve dayanışma kurumlarına ve uluslararası düzenlemelere kadar büyük bir değişim ihtiyacı ve imkânı ortaya çıkıyor. Neredeyse çağdaş akletme şeklini de sorgulamayı beraberinde getirecek bir değişim ihtiyacı:
-Peki, yeni akletme şeklini bulacak olan, yine bütün bu sorunlara yol açan aklın kendisi değil midir?
-Evet, ama beşeriyet tarihte ilk defa bunu yaşıyor değil. İnsan daha önce de kendisine gönderilen rehberler eşliğinde, yanlış yollardan dönüp gitmesi gereken doğru yolu bulabildi. Yeter ki, bizi kurtaracak akıl, insanın bugünkü bozulmuş aklından hoşnut olmasın, vahyin ve insan olmanın maya aklından yararlanma yolunu seçmiş olsun. Mesela her alanda adalet terazisinin bozulduğunu idrak edebilsin ve düzeltebileceğine inansın.
Düzen kurmak, ihtiyacı bilmekle başlar
Geleceğe giden ve bilinmezlerle dolu bu yolda muhafazakârlık bize rehberlik yapabilir mi acaba? Çok zor, zira onun insanlara çizdiği yol, hemen hemen hayatın aslına dokunmadan, gerçek hayata neredeyse teğet geçerek ve ondan kopmuş bir maneviyat ve retorik (belâgat) üzerinden gidiyor. Yeni değil, bu yönde Osmanlının son zamanlarından devasa bir miras kaldı bize. O, doğruluk, adalet ve özgürlük gibi çok şeyini lafa, retoriğe, edebiyata havale etmiş, içinde onca değer yargısı taşıyan Divan Edebiyatı bile olmadık soyutluklar icat ederek sonunda kendini sözelde olduğu kadar anlam üretme yönünden de tüketmişti. Bu yol, her defasında akla gelen gelmeyen en abes işlerin tartışılmasına kadar gidebiliyor. Mucizeler, kerâmetler, rabıtalar, deprem savmalar, abesle iştigal cinsellik merakı, her türlü derde deva dua ve beddualar, nefse alet edilmiş, ceviz kabuğuna hapsedilmiş sünnetseverlikler… Halkın onca ihtiyaçları, mesela ölçüler, tartılar, ticari iş ve işlemlerin yazılı olarak kaydedilmesi, adalet, amme hizmeti vs. vs.
Ne yazık ki bozulma manevi-muhafazakâr alanda kalmıyor, bu her şeyi işe yaramaz hale getiren, hatta çürüten virüs her yere yayılıyor ve girdiği yerde hayatı donduruyor. Yaşamak sürekli arınmayı ve iyileştirmeyi gerektirir. Hayatı şekillendiren inanç, insana “eliyle kazandığından başka bir şeyin olmadığını” haber verdiği halde o, yaşadığı dünyanın değişimi için her “nasılsa” kabilinden mucizeler bekliyor![vi]
Bu bir bozulma ve yozlaşmadır ama bu durum, İslam Medeniyetinde ilk defa görülüyor değil. İmam Gazali de kendi zamanında, halkın onca meselesi varken, okumuşların nerelerde mesai harcadıklarını, hangi çıkmaz sokaklara saptıklarını güzel bir örnekle açıklar:
“Nice doktorsuz şehirler vardır. Buna rağmen kimsenin tıpla ilgilenmediğini, aksine şehirde birçok fakih olmasına rağmen onların, yani ilim talebelerinin fıkıh ilmini öğrenmeye, özellikle tartışmalı ve kavgalı konuları öğrenmeye üşüştüklerini görüyoruz.”[vii]
Bu bozulma ve dinin halkın dertlerine deva olmaktan çıkarılması, dindarların ve muhafazakârların halktan uzaklaşmaları sorunu yalnız İslam Medeniyetinde yaşanan bir durum da değil ama ne yazık ki bir gerileme, hatta çaresi bulunmazsa ölüm sebebidir! Mesela, Orta Çağ Avrupasında bozulmuş dindarlığın ilgi alanı yalnız meleklerin cinsiyetini tartışmak gibi abeslerle uğraşmakla kalmadı, daha da ileri giderek, din âlimlerinin ilgileri ve fikir seviyesi, bir iğnenin ucunda kaç melek durabileceğini tartışmaya kadar ilerledi!
Bu abeslerle, erdemli bir hayatın varlığından bahseden ama bunun nasıl olması gerektiğini bilmeyen kadrolarla halk arasındaki bağlar kopuyor, hayali, hamasi, sözde manevi, gerçek hayattan uzak, çürük bağlara dönüşüyor.
Mevzumuzu müzakere ederken esas gayemizi akılda tutalım: Bozulmayı içeriden düzeltmek, düzenli olana dönüştürmek, ıslah etmek. Kurulu düzeni gerekli ve olabilecek her yönüyle insanın iyiliğine hizmet edecek şekilde yenilemek, iyileştirerek yeniden inşa etmek. Bununla gideceğimiz yeri içten gelen, sade bir dille telaffuz edecek olursak; Orası, iki dünyada iyilik arayana imkân verilen yerdir.[viii] İki dünyayı hedef almayan bir sistem her durumda eksiktir ve orada hayattan çalınmıştır. Başkaları için iyilik istemek de ancak “iki dünya” iyiliğiyle karşılanabilir.
Bu hastalığın biricik ilacı, en tabii dille, bir taraftan ana kaynaklara, diğer taraftan halkın arasına, gerçek hayata, halkın ihtiyaçlarına dönmektir. Yeni bir yol bulmak zorundayız zira dindarlar, halkın ihtiyaçlarıyla yaratanın istedikleri arasındaki bağı kurmakta yetersiz kalıyor. Zaten din-devlet ayırımı, din-dünya farklılığı, din ile bilimin çatışması da buradan doğuyor. Nasıl doğmasın ki. Dinin bilimle çatışması şöyle dursun, dünyaya önem vermeyen bir dindarlığın, ilmin sırtını sıvazlaması dışında, onunla ne işi olabilir!
Bu zehirlenmenin panzehiri hayattan çekilip alınmış maneviyat, malumatfüruşluk, kelâm ve belâgat adına söz cambazlıkları yapmak değil sade, kolay ve orta yoldan halkın arasına dönmektir. Usulü (metod) ise mucize arayarak değil, insan davranışı ve alışkanlıklarıyla var olma ve gelişme yolları aramaktır.
Bir inşa hareketi veya faaliyeti ihtiyaçtan yola çıkılarak ve ihtiyaçlarla değerleri (arz-talep) buluşturarak hayat bulur. İhtiyaç ise yukarıdan telkin edilen değil, düzen kimin için inşa ediliyorsa onun ihtiyacıdır.
Yazımızın bundan sonraki bölümlerinde iyilikler üzerine kurulu bir düzen ararken önce doğrudan hastalık ve engellerimize bakacağız, sonra bu engellerden kurtulma yollarını arayacağız. En sonunda da erdemli bir düzen için hedefler tayin edip, o hedeflere hangi dinamiklerle gidebileceğimizi, uygulamalı olarak gösterip, projelere kadar gideceğiz.
İbrahim AKGÜN
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU
GELECEK BÖLÜM: Sorunlarımız ve Engellerimiz
KAYNAKÇA
[i] “Şüphesiz biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer Suresi, 49)
[ii] Her şey O’nun katında bir ölçüye ve bir amaca bağlı kılınmıştır. (Ra’d Suresi, 8)
[iii] Bu sözün Mısırlı düşünür Mustafa Mahmud’e ait olduğu söylenir
[iv] Slavoj Zizek; Koronavirüs Bizi Seçim Yapmaya Zorluyor: Ya Küresel Komünizm ya Orman Kanunları. Independent Turkish. (Independent Türkçe için https://www.rt.com/op-ed ‘den çeviren): Noyan Öztürk. 13 Mart 2020 https://www.independentturkish.com/node/145632/d%C3%BCnyadan-sesler/koronavir%C3%BCs-bizi-se%C3%A7im-yapmaya-zorluyor-ya-k%C3%BCresel-kom%C3%BCnizm-ya-orman
[v] Edgar MORİN; Koronavirüs – Fransız filozof Edgar Morin: Koronavirüs toplumda yozlaşan dayanışmayı güçlendiren bir yaklaşım oluşturabilir. (L’Obs – Le Nouvel Observateur-dergisine verdiği röportaj) BBC NEWS TÜRKÇE, 20 Mart 2020. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51974391
[vi] “Bilsin ki, insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm Suresi, 39)
[vii] Suâd El-Hakîm; Yirmi Birinci Yüzyılda İHYÂÜ ULÛMİ’D-DÎN; İMAM GAZZÂLÎ. Çev. Yonis İNANÇ. 2. Baskı. S. 78. Nefes Yayınları. İstanbul, 2015
[viii] “İnsanlardan öyleleri de vardır ki, “Ey rabbimiz! Bize bu dünyada da iyilik ver, öteki dünyada da iyilik ver; bizi cehennem azabından koru” derler.” (Bakara suresi, 201. ayet)
Leave a Reply
Your email address will not be published. Required fields are marked (required)