Kahramanmaraş ile Garamaraş Arasında: Bir Tufandan Kaç Ders Çıkar?

No Comment 901 Views

Ve O Ses! Ah O Ses! Yerlerin derinliklerinden mi, göklerin ciğerlerinden mi kopup gelen o müthiş ses! Hiçbir sese ve hiçbir şeye benzemeyen, var olan her şeyi zerrelerine kadar patlatabilecek o ses! Ya onunla gelen o dehşet sarsılma! Bizi çepçevre kuşatan âlemleri lime lime edebilecek o ses, sarsılma ve silkelenme! Yerler ve göklerin o sesten duyduğu korku ile sarsılması mıydı? Yoksa sarsılmanın yerde ve göklerde yarattığı korkunun sesi mi? Hayır, hayır, hiçbiri değil!

Ne o ses, ne de her şeyi öfkeyle yakasından tutup yere çalan ve paramparça eden o sarsıntı! Hiçbiri ama hiçbiri bu dünyalı değildi! Başka âlemlerden, başka zamanlardan kopup gelen dehşetin iki habercileri, belki elçileri! Biz gaflet uykusunda olanları uyandırmaya gelen o elçiler!
Yaşamakta olduklarımız, içimizden, iliklerimizden geçen, dehşetine boğulduğumuz ve anlamaktan aciz kaldığımız küçük kıyamet sahneleriydi sanki. Gecenin, zamanın ve mekânın çatlatıldığı ve yeniden başka bir hamurla karılıp azgın bir çavlanın içine atıldığı o anlar! Zaman durmuş muydu yoksa kendi hızının üstüne mi çıkmıştı! Kaç saat, kaç sene sürmüştü bu dehşet zamanı!

Nihayet gecenin karanlığının yırtıldığı, aralıklardan aydınlığın yüzünü gösterdiği o dakikalarda, betondan zırhlar zannettiğimiz ama öfkeli bir kasırganın korkusuyla yerlere kapanmış ekinler gibi o binalar! Başka bir âlemden gelen bir haberle, o dehşet habercilerinin gelişiyle, bizi üzerinde tutmaktan aciz kalan o yerlerden, sağlı sollu ileri ufuklara kadar fışkıran o alevler! Uzak ufuklarda ama kalplerimizde bomba şimşekleri gibi parlayıp parlayıp kaybolan o dehşet ışıkları! Bizi kuşatan çevremizden ve zamanımızdan alınmış, başka âlemlerde, başka zamanlarda bir yanardağlar platosuna atılmıştık! Bu bir depremdi, evet, ama bu kadar mı?
Saniye ile sayılan o ses ve sarsıntılar uzun ama çok uzun, yıllarca sürdü sanki. Şehrin bütün ışıkları, meçhul bir karargâhtan kumanda edilmiş halde, aldıkları emirle yerlerini terk eden nöbetçiler gibi bir anda bizi yalnız ve yüzüstü bırakıp kayboldular! Acil kapılarımız zannettiğimiz telefonlarımız elimizde plastik parçalarına dönüşmüştü ve imdat isteyeceğimiz kimselerimiz yoktu! Her şey, sanki yeryüzündeki her şey o emirlere boyun eğerek yerlere kapaklanıyor, hayatımızdan çekilip gidiyordu! Önce kıyamet kopuyor dedik! Birden bire kendimizi gereksiz birer eşya gibi sokaklara fırlatılmış olarak bulduk ve oradan mahşer yerine sürülüyoruz dedik! Üstümüz başımızda ne olduğunu bilmeden, ayakkabısız ve çorapsız sokaklara savrulmuştuk!

Ve şehir, ah o şehir! O koca Kahramanmaraş şehri, görünen ve görünmeyen varlığıyla inliyor! Binalar, sele kapılmış tahta yığınları gibi ama binlerce tonluk külçeleriyle üstümüze devriliyor! Tufanın yedi kollarından biri olan yağmur ve rüzgârla çaresizliğimiz daha da artmıştı! Hep birlikte ve her birimiz yapayalnızdık! Kimimiz, kimsemiz yoktu! Güvendiğimiz dağlarımız, bağlarımız yoktu artık! Dakikalar mı, yoksa saniyeler içinde mi yeryüzünün yetimleri oluvermiştik!
Sonra bir şimşek sedasıyla anladım ki yalnız değildik! O vardı! Bu dünyaya ait olan ne varsa gitmiş, bir tek o kalmıştı! Bir Tek O! Her şeyi aradan çekmiş, bizi Kendisiyle baş başa bırakmıştı! Dünyanın renklerine kapılıp kolay unutabildiğimiz O Yüce Yaratan! Yeryüzünü, kâinatı ve insanı halden hale çeviren, yegâne kudret sahibi. O!
Bunlar bir kâbustan çıkan ateş kadar veya iliklerimizden geçen bir kâbus gibi sarsıcıydı, evet. Her birimizin binlerce kere içinden geçirdiği gibi, keşke rüya olsa, kâbus olsa ama nafile! Yaşadığımız gerçekti! Fakat bütün bunlardan daha da acı olanı bir can pazarının orta yerine düşmüş olmamızdı! Yarı çıplak insanlar, yalınayak kadınlar, kalpleri dağlanmış deliler gibi yana yakıla beton yığınlarının altındaki çocuklarıyla konuşmaya çalışan anneler! Beton blokların altına hapsedilmiş anne-babalarına ulaşmaya çalışan gençler! Surun o dehşet sesiyle kabirlerinden şoklanarak gibi kalkmış halde gezinen gençler ve çocuklar. Beton tepelerinin altından imdat isteyen çaresizler! “Herkesin kendi derdine düştüğü,” deliye döndüğü “O Gün”den alınıp bugüne getirilerek bize gösterilmiş bir gün!

Yerlerin ve göklerin ayakta durması ancak ölçü iledir.

Bütün bu olanların tek kişide tecelli ettiği türlü halleri vardı: Karakter zor zamanda ortaya çıkar, zor zamanlar karakteri ifşa eder. Baskı altında ortaya çıkar öfkemiz, tepkimiz, telaşımız. Soruyorum size, çaresiz hissettiğinizde ne yaparsınız, öfkeliyken veya korkmuşken nasıl tepki verirsiniz. Çok zor anlarda nasıl karar verir, hangi işten nasıl ders çıkarırsınız? Bir tufandan ders çıkarmanın tam zamanı değil mi, ne dersiniz!
Bu kadar zor mu öğreniyor insan! Hiç mi sınanmadık şimdiye kadar! Hani, nerede o sınavlardan, sınanmışlıklardan çıkardığımız dersler! Biz nasıl bu kadar dertsiz, bu kadar gamsız ve pervasız, bu kadar arsız olabilirdik! Bu kadar büyük cezaları gerektirecek ne yapmış olabilir, neler biriktirmiştik! Nasıl bu kadar kıyabilmiştik birbirimize hatta kendimize! Hangi akıl ve vicdanla bir binanın kolonlarını kesebilmiştik! Nasıl olur da kolonların içine beton yerine tahta parçaları koyabilmiştik! Ehl-i Kitap bile şaşırıp kendi diliyle ikaz etmişti bizi: “Siz Tanrı’yı bu kadar kızdıracak ne yaptınız?
Hâlbuki biz onlardan sonra ikaz edilmiş, ihtar edilmiş, düzeltilmiş ve aydınlatılmıştık! Elimizin altında Kitapla, bize yol gösteren rehber bir Peygamber ve bunca kazalar, musibetler ve yaşadıklarımız! Çok ama çok azı ölçüye, izana, idrake ve akletmeye dönüşebilmişti. Ne nice nesillerdir üstünde doğup büyüdüğümüz ve defnedildiğimiz toprakları tanıyabilmiştik, ne de şimdi kabirlerimize dönüşen sözde evlerimizi! Her ağzını açan “Paramızla mezar satın aldık!” dedi. Tabanına, omurgasına, toprağına aldırmadan hergün biraz daha yükseltmeye doyamadığımız tapınaklarımız! Onlar ve daha niceleriyle her gün biraz daha artan ölçüsüzlüğümüz! Keyfimizin kederi hadsizliğimiz! Hâlbuki bizi kuşatan ve Yaratanın hayatta tuttuğu varlık âlemleri ölçü ile ayakta duruyordu. Biz nasıl ve ne zaman doyacaktık!
O dehşet saati 4.17’den sonra sokak ortasında bu derin sarsıntının milyonlarca öykü çırptığına şahit oluyorduk. Feryatlar içinde bilinçsizce koşturan, ruhuyla donmuş halde bir köşeden sessizce izleyen, yardım için çırpınan, yönetmeye çalışan, yönetilmeyi gerektirdiği halde yönetmeye kalkışan. “Ben bilirim” diyen, yönetilmeye itiraz eden, haddi aşan o kadar çok karakter meydandaydı ki. Elbette bir anda bu kimlikleri kazanmamışlardı ve yılların birikimiyle hareket ediyorlardı. Anlaşılan o ki, bu büyük zorluk her karakteri ortaya çıkarmıştı. Bütün bu yanlışlarımızın nereden kaynaklandığı şimdi daha kolay anlaşılıyor! Ah nefsimiz! Ah bizi her an avucunun içinde tutmak isteyen nefsimiz! Ah, o iç düşmanımız ve içeriden gelen düşmanımız!
Şüphesiz ve şükürler olsun ki iyilerimiz de vardı aramızda: Soluk almadan yardım için çırpınan iyilik elçileri. Etrafındakiler için su ve bir lokma ekmek aramaya çıkan güzel gönüllüler. Yiyecek bir şeyi, “bende var bunu başkasına verin” diyen çocuklar. Peki, enkaz altında “arka taraftan daha çok ses geliyor beni bırakın, onlara gidin” diyenleri duydunuz mu hiç? Ya kendi acısında boğulmayıp başkasını teselli edeni? Ama biz ne ve neler yapmıştık ki, içimizdeki iyilerin sesini kısmış, bu acı günlere kadar gelmiştik! İçimizdeki iyilik cevherini işleyememiş, değerlendirememiştik! Hiçbir yanlıştan ve kötülükten ders çıkaramamıştık! Kötülük de bundan yararlanmış, gömleğimiz olacak kadar bize yanaşmış ve yakışmıştı!

Maraş tufanıyla mal mülk için, dünyalık için acı çekebilen ve çabuk unutabilen bir ülke olduğumuzu kanıtladık. Bin yıldır dilden dile dolaşan o ezeli hakikati öğreten bir dersimiz vardı halbuki: “Mal da yalan, mülk de yalan!” Zamanın yırtıldığı, mekânın çatladığı o müthiş saatte, orada iliklerimize kadar yaşıyorduk bu acı gerçeği! Bazen ancak bir ömür boyu çalışarak elde edilebilecek servet değerindeki o muazzam yapılar “enkaz!,” memleketin “ileri gelenleri” ceset oluvermişti! Ev sahibiyle kiracı kendilerini aynı çadırda yoksul ve yan yana bulmuş, “milli” ile “mülteci” aynı kazanda kaynayan çorba sırasında. Bizim kendi dar dünyamıza, bize ait olana ve nefsimize mahkûm olmaktan kurtulmamız için daha ne olması gerekiyor? Hayatta kaç kere, her şey, herkes ve her makam, mevki ve statü bu şekilde yeniden karılabilir? Bütün bunlardan ders ve ibret olarak gelecek nesillere ne bırakılabilir?

Bütün bu sarsılmanın, devrilme ve yıkılmanın, alt üst olmanın sonunda düşünmek gerekiyordu: Çünkü düşünmek yaşadıklarımızın geleceğiydi: Bu bir depremdi, evet. Ama depremi böyle bir felâkete dönüştüren şey neydi! Biz şimdi bu tufanın mağduru ve mahkûmuyduk evet! Ama zannettiğimiz gibi masum muyduk? Zira başka değil, hayır, biz kendi ellerimizle inşa ettiğimiz bir dünyanın mağduruyduk! Eserimiz olan ateşimizde yanıyor, sularımızda boğuluyorduk! Kendimize bile fısıldamaktan korktuğumuz o gerçeğimizle, düşüncesizlikle, ölçüsüzlük ve doyumsuzlukla, hâsılı kelâm nefsimiz ve kötülüklerle el altından işbirliği yapmıştık! Hatta kim bilir belki bu kirli işbirliğinden hissemize düşenin sadece “bir kısmını tadıyorduk!” Ya Kesin Hesap Günü!
Şehirlerimize hamasi isimler verebiliriz ama öyle istedik diye fıtratlarında, yapılarında olanı değiştiremeyiz! Kahramanmaraş diyebilirdik ama Garamaraş’ı unutmaya hakkımız yoktu, gücümüz de yetmezmiş meğer. Şehrimizi işgal etmeye cüret eden düşmana meydan okuyabilirdik ama yerler ve göklerin kanunlarına asla! Bir zamanlar, aklı erenlerden biri; “Garamaraş’tan uzak durun, buraya tek katlı kulübe bile yapmayın!..” diye uyarmıştı bizi ama nafile. Üstelik rehberlerimiz olarak gönderilen Peygamberden öğrenmeyi de neredeyse imkansız hale getirdik: Ne ölçü bıraktık, ne denge, düzen ve mizan. Ya günümüz aklıyla savaşmaya ne demeli: “Kuran Kurslarında Kuran’ın ne dediğini değil de Arapça harflerin nasıl okunduğunu öğretmeye devam ettiğimiz sürece kimse gelişmiş, ahlâklı, erdemli bir toplum beklemesin!” demişti Ali Şeriati. Garamaraş’ta 15.000 kişi depremde can vermişti. Orayı iskana açanların başını çekenin yaptırdığı Ebrar Sitesinde ise kimine göre 1200, kimine göre ise 2500 kişi! Ölçmeyen bilemez, bilmeyen yönetemez.

“Çok arkadaşlarımız enkazların altında kaldılar. Metin öğretmenin 117 öğrencisinden 92’si vefat etmiş, bazı öğrencileri ise depremden uzun bir süre sonrasına kadar hâlâ kayıptı. Vefat eden öğrencilerinin birçoğunun tüm ailesi sırlandığı için evladı gibi sevdiği talebelerini teşhis etmek de ona düşmüştü! Ya Râb, ne zor, ne acı bir imtihan, kelimeler kifayetsiz! Biz bu dünyada neye ve nereye tutunacağız, neye güveneceğiz ve ne için?” Kapıldığımızda insanlığımızı tüketen, çürüten, kokutan bu dünya! Enkazlardan çıkarılan cesetler de yaşayanlar da -yıkanamadıklarından- bir süre sonra kokmaya başlamıştı. Enkazlar kokuyordu, şehir kokuyordu. Dünyaya ait olan her şeyin sonunda akıbeti bu değil miydi? Ama biz bu dünyadayız ve yaşıyoruz. O halde hayatımızın can damarında ölçü, itina, sadelik, kolaylık ve orta yol olmalıydı. Peki, tamam, ölçü neydi? Ölçü, denge ve düzen olmadan nereye ve ne kadar gidebiliriz. Hâlbuki bizi çepçevre kuşatan âlem ancak ölçü ile ayakta durabiliyor. İşte Maraş’ta, O Canım Maraş’ta patlayıp on şehire sıçrayan yakıcı alevden çıkan sayısız derslerimiz!

‘Arkadaşlarım tam beden bulunamadı. Bazen kafa var, gövde yok. Kimi zaman gövde var kafa kayıp. İnsan bu! Hangi yürek bu kadar ağır bir yükü taşıyabilirdi ki. Onca şevkle, hırsla sarıldığımız şehirden temize çıkmanın çaresi buralardan kaçıp kurtulmaktı! İnsanın yaptıklarından, suçundan ve günahından hatta kendinden kaçması! Ayıp, korkunç, bazen bir nimet ama eline geçerse! Beton tepelerinin altında yatan canlar ne olacaktı? Canımızdan çıkarılmış canlarımız, akraba ve arkadaşlarımız, komşularımız, dostlarımız ve insanımız! Onlardan kaçış ne mümkün! Buradan gitmek diri diri parçalara ayrılmak demekti! Peki, ama çare neydi: Her zaman ve her yerde kendimizi ve ellerimizle yaptıklarımızı sorgulamaya tabi tutmak! Sonunda kaçıp kurtulmak zorunda kalmayacağımız, hesabını verebileceğimiz bir denge ve düzen kurmak ama nasıl?”
Ne var ki, bütün bu olağanüstülüklere rağmen deprem anında yaşadıklarımız veya hissettiklerimiz değil, sonrasında toparlayabildiğimizdir bize kalan. Hadi bir de diğer taraftan bakalım: Bu acılı, ağulu kıssadan aldığımız hisse, o esnada yaşadığımız duygu yoğunluğudur fakat sonrasında aldığımız ve hareketlerimize yansıyan küçücük ama bir o kadar da gerçek ve acılı dersimiz: Tekstilci eşimin üstünde mont, benim ayağımda ayakkabı yoktu ama bu kadar da değil, merak edenler için “yok”ların listesi uzar giderdi, dört bir yanımızı kuşatan enkazlar arasında. Kısacık bir anda, göz açıp kapıyana kadar bir “hiç!” olabileceklerin muazzam bir listesiydi kalbimizi dağlayan!
Peki, ya dersimiz? Bütün bunlar bir derse dönüşecek miydi? Artık “Biz biliriz!” diyebilecek miyiz? Ölçü ve insaf başa geçebilecek mi? Akıl ve gönül ortaklık içinde çalışabilecek mi? Deprem sonrasında ortak akılla çalışacak mıyız, yoksa kendimizi aldatmaya ve yeni bir kırımın şartlarını hazırlamaya devam mı edeceğiz?

Olanlara takılıp kaldım ama bugüne kadar öğrendiklerim de vardı ve benimleydiler. Hatıralarımı, hayatımın ince detaylarına kadar işlenmiş anılarımı inancım ve öğrendiklerimle harmanlayıp siz kıymetli dostlarımla paylaşmak istedim:
Bütün bu yaşadıklarımız ve can yakıcı o soruların ince sırrı küçücük ama dürüstçe sorulmuş sorularda ve onlara verilen cevaplardaydı. Hayatın inceliklerini bu küçük, sade ve basit sorular ve cevaplarla sorgulayabilirsek ve dürüstçe cevap verebilirsek çok şeyin cevabını veya çaresini bulacak, kendimize bu kadar zulüm etmeyecektik:
Lise sınavına hazırlanan yüreği öpülesi çocuklarımın en büyük problemi zamanı ve olanları doğru anlamak ve değerlendirmekti. Bir gün onlara küçük bir ders vermek istedim. O gün, o anda sınıfın kapısını açıp “40 dakika!” dedim ve sustum. Gecikmeden soru geldi: Niçin hocam? Dönüp onlara şunu söyledim:
-Ömür dediğimiz bir süre değil mi?
-Evet dediler, süredir
-Bize bir süre verilmişse bir istenilen var mıdır?
-Tabii ki vardır.
-Peki, sordunuz mu neden diye? Hayat yorgunu yakışıklı delikanlı oğlum cevap verdi:
-Sınav yapacakken süre veriyorsunuz hocam ama siz sınavın sonucunda bizim ne yapacağımızı bilmiyorsunuz fakat Allah biliyor bu sınavın sonucunda ne olacağımızı, cennete veya cehenneme gideceğimizi. Çırpılmaktan bir hal oldum, sonucu hemen verseydi olmaz mıydı? Hikmetini anlayamıyorum, demişti
Ben de “o zaman seni sınıfta bırakalım” dedim “neden” diye sorduğunda, “çünkü dersin kötü, sınıfta kalacağın çok belli, sınıfta bırakacağım” dedim. “Sınav olmam gerekirdi” dedi ve güldü. Bu tutumu, “anladım, teşekkür ederim” gülücüğü idi. Sonra sınıfa soru-cevap tarzında yaklaştım:
-Sizce neden sınav var?
Fatih, “bir abim mühendis köprünün bacakları otursun diye üstüne yük bindiriyorlarmış hocam, insanın ayağı sağlam bassın diye zorluk ve baskı vardır.”
-Ayrışmak için dedi Yasemin. İyi kötüden zor zamandaki tepkiyle ayrılır.
Babası bıçakçı olan Ali; bıçak önce ateşte hamur yumuşaklığına gelinceye kadar ısıtılır, kızarır kor haline gelir. Sonra art arda ve sık darbeler alarak şekillenir. Ondan sonra keskinleştirilir. Hepsi de zorlu, sıkıntılıdır ama bu işlemlerden geçtikten sonra bıçak olur ve insanların işine yarar hale gelir, fayda verebilir, dedi. Aldığım bu cevapla anladım ki, biz tek yönlü bir eğitimden değil, birlikte bir öğrenme-öğretme sürecinden geçiyorduk!
-Kevser: Gözlerimiz uzağı görmüyor biliyorum benim abim lazerle küçük bir operasyon geçirdi, artık daha iyi görüyor, belki de gözlerimizin buradan ahirete kadar olacakları görebilmeleri için bugünden görünmeyeni, görünmesi zor olanı görmeleri için, anlayarak, ağlayarak işlenmeleri gerekiyordur…
İlk günkü tazeliği ile hatırlıyorum onu ve bütün anlatılanları: Bir ders boyunca o kadar güzel şeyler anlattılar ki ayakta alkışlamak geçti içimden. Ateş böceğinin ışığı karanlık çökünce belli olur, ışığınızı görmek o kadar güzel ki. Karanlığa hiç hayıflanacak değilim, siz ışık olun varsın karanlık çöksün, sınav-imtihan olsun. Siz zor ve zahmetli olanı yaşayın, sonrasında gelecek olan kolaylıktır. Sizin ışığınızda görebilmek için karanlığı da sevdim, rahmet ve minnetle yad ediyorum.

Emine SERDAR

Öne Çıkan Görsel: AI Microsoft Designer. Teşekkür ederiz/Thank you https://designer.microsoft.com/

Yazıyı Paylaşırmısınız

About the author

A.Ü. DTCF mezunu. İngiltere, Sheffield Üniversitesinde Enformasyon Yönetimi, İsrail'de Kırsal Bölgesel Kalkınma Planlaması Post Graduate Study. Yayınlanmış çalışmaları: Söz İncileri; Divan Edebiyatından Seçilmiş Beyitler (2. baskı), Önce Söz Vardı; Fıkıh, Edebiyat ve Tasavvuftan Seçmeler. İlgi alanları: Yenilik, değişim, Gelişme. Uzmanlık alanı: Proje Yönetimi.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked (required)

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.