Hepimizin zihni hem geçmişin kodlarını taşıyor hem de geçmişe programlanmış durumdadır. Toplum olarak içinde bulunduğumuz acınacak durumdan kurtulmak için “kendimize gelmek” söz konusu olduğunda, kendimiz olmak veya insan olmak yerine, aklımıza “atalarımız gibi olmak” geliyor. Bu durum, kişiliği gelişmemiş bir bedevinin kendini aşireti üzerinden tanımlaması gibidir.
Türkiye’de, kitapçı raflarında geleceğe dair ciddi bir tek eser bulmak mümkün değil. Yayınlanan eserlerin neredeyse tamamı geçmişe veya geçmişten bugüne kalan tortulara aittir, gerçek anlamda bugüne bile değil.
Geçmişe yalnız bağlı olmakla da yetinmiyoruz, onun üstümüzdeki hâkimiyetinin devamını da garanti altına almış durumdayız. O yüzden, bugünümüzü ve geleceğimizi geçmişimize rakip olmaktan çıkarmak için “Geçmişini bilmeyen geleceğini bilmez” gibi mantık faciası tekerlemeler icat etmişiz. Sanki geçmişini bilen geleceği bilirmiş gibi! Sanki geçmiş, geleceğe giden yolumuzun üzerinde bir yerde mezarından çıkıp, üzerindeki beyaz kefeni sıyıracak ve önümüze düşüp geleceğimiz olacakmış gibi!
Onun için teorik olarak muhtemel, gerçekte muhal hale getirdiğimiz bir yeni hâle “Diriliş” diyoruz! Diriliş, yani ölümden dönüş. Yani inşa değil, hazır olana, geçmişin harabelerinde yaşamaya talip olmak. Hatta geçmişin gelip bizi beyaz atının terkisine atıp götürmesini beklemek gibi!
Yakındaki eserlerimiz ne ise uzaktaki eserimiz de öyle olacaktır
Hâlbuki işin duygu tarafını bir kenara bırakacak olursak, geçmişin kıymeti geleceğe sermaye olmasında yatmaktadır. Onun için dünü yarına yardımcı tayin edebilmek ve geleceğimizi geçmişin devamı yapabilmek için derin bir tarih bilgisi, birikimi ve şuuru ister. Geçmiş at kişnemeleri, kılıç şakırtıları ve nal sesleriyle değil kurallar ve kanunlarla inşa edildi, yine aynı yasalarla yıkımla neticelendi.
Bizim bu her şeyin üzerinde olan yasalar karşısındaki kayıtsızlık ve kurnazlığımıza bakınca insan, Mukaddime gibi;
“Hangi çağda ve dünyanın neresinde olursa olsun beşer aklının ortaya koyabileceği tüm buluşların en büyüğü.” olan bu şaheserin medeniyetimizin ürünü olabileceğine inanamıyor! [i]
Çocuklarımızı nasıl yetiştirirsek geleceğimiz de öyle olur
Bu dar görüşlülüğümüz sonucu yarınlarımızın bugünden farklı olacağına dair hiçbir kanıtımız veya bilgimiz yoktur. Bundan sonra sağlıklı bir geleceğimizin olacağını iddia edemeyiz! Çünkü dün, bugünümüz için pek az şey hazırladık. Son yüzyıllarda her devirde tembel ve egoistçe kendimiz için ve tamamıyla kendi zamanımıza hapsolmuş olarak yaşadık! Bu gün de gelecekte olmamız gerektiği gibi değil, “atalarımız gibi” olmaya yani geleceğin değil, “geçmişin adamı” olmaya çalışıyoruz ama Hz. Ali’nin şu sözünü de tekrar etmekten geri durmuyoruz:
“Çocuklarınızı yaşayacakları zamana göre yetiştirin.”
Söz konusu olan, yaşanmış olanı tekrar etmek olunca bugünkü işimiz çok kolaylaşıyor, en küçüğünden bir kişilik veya kişiliksizlik her şeye yetiyor. Bu yüzden de bugünümüzü ve bütün bir geleceği inşa edecek beyinler yetiştiremiyoruz. Düşünmüyoruz ki bu yaşantımızla birlikte zihnimiz de fakirleşiyor, tembelleşiyor. Bunların sonucunda geriliyoruz. Aklımız ve insanımız öyle küçülüyor ki artık hiçbir yerde ve hiçbir durumda kendinden büyük olan hiçbir şeyi anlayamadığı gibi barındırmıyor da! Sonra da “kâht-ı ricâl”den, yani devlet adamı yokluğundan yakınıyoruz!
Gelecekten yana ümitvar olmak gerekir. Ne var ki ümitli olduğumuz bir gelecek için, “her nasılsa gelir” deyip hiçbir şey yapmadan bize gelmesini beklemek saflık olur. Yahut hesapsız-kitapsız bir gelecek beklemek değil, onu büyük çabalar ve tevekküle hazırlamak gerekir. Yani gelecek her iki halde de gelir ama gelenlerin biri bizim, diğer ise başkasının hazırladığı gelecek, yani başkasının zamanı olur. Başkasının zamanında da biz nasıl bir hayat yaşarız, düşünmek gerekir.
Bu durumda “kurtuluş” veya “diriliş” diye ölüme tutunmaya çalışıyoruz! Batı taklitçiliğinden kurtulmaya veya sakınmaya çalışırken ömrünü doldurup bu dünyadan göçmüş geçmişimizi taklit etme anaforuna yakalanıyoruz!
Bu öldürücü gidişattan kurtulmanın bir yolu olmalıdır. Taklide, tekrara düşmeden kendimiz olmanın; kendimizi ve geçmişi inkâr etmeden geleceğe yürümenin yolunu aramalı ve bulmalıyız.
Bugün ihtiyacımız olan, geleceğe geçmiş üzerinden değil, hayatımızı yenilemeyi mümkün kılacak değerlerimizin üzerinden bakmak ve yürümektir. Değerlerini bilmeyen geçmişi doğru anlayamayacağı gibi geleceğini de inşa edemez. Geçmiştekilerin neyi, niçin yaptıklarını anlayabilmek için onlara hayranlık duymak anlama melekelerimizi kısırlaştırır. Öykünmek yerine onların neye ve nelere inandıklarını, amaçlarını, medeniyet inşa etme yol ve yöntemlerini, meraklarını, zevklerini, beğenilerini bilmek gerekir. Mesela İbn Sina’nın tıptaki neyi keşfettiğinden çok, Onun bu keşifleri niçin yapmak istediğini araştırmak gerekir. Osmanlı toprak rejimini, Divan yönetimini, Kadılık Sistemini ve Mimar Sinan’ın sanatını anlamanın yolu Osmanlı değerler sistemini anlamaktan geçer.
Yani geleceğe giden yolu, geçmişimizi taklit ederek değil, değerlerimiz ışığında ve rehberliğinde yürüyeceğiz. Hikmetin kaynağı olan dinin ve değerler üzerine düşünme egzersizlerini kolaylaştıracak felsefenin bir korelasyonu bize hayli akıl, enerji ve işlenecek cevher verecektir. Ne var ki, bunu başarabilmek için dinin milliyetçiliğin baskısından, felsefenin de yobaz dinciliğin tahakkümünden kurtarılması gerekir.
Bu durumda gençlerimiz ne yapmalıdır?
- Gençlerimiz bütün zihin kudretiyle bugünümüz ve gelecek üzerine yoğunlaşmalıdırlar. Geleceğe de, geçmişi düşünmekte yaptığımız gibi sadece bizim geleceğimiz olarak değil, bizim ve başkalarının, tabiatın, mutfağın ve mimarinin geleceği olarak da bakmasını bilmelidirler.
- Gençlerimiz, bugünkü kültürümüzün geçmişçi olmasına aldanmasınlar. Bu yolla geçmiş anlaşılmaz, öğrenilmez, ancak aptallığın yayılmasına araç yapılır. Geçmişi anlamak sadece kendi tarihimizi değil aynı zamanda insanlık tarihini de bilmeyi gerektirir. Bundan daha da önemlisi geçmişi-bugünü-geleceği anlamanın en önemli yolu beşer üzerine hakim kılınmış kanunları bilmekten geçer. Geçmişi anlamak için egomuzu okşayan sıradan, nefsi bilgileri değil, gerçek çalışma ve araştırmalar okumalı, bizatihi araştırma yapmak gerekir.
- Bunun için gençlerimiz geleceğe duygusallıkla değil, vahyin (değerlerimizin) rehberliğinde akıllarıyla bakmasını öğrenmelidirler. Bir geleceklerinin olmasını istiyorlarsa onu mantık ve matematikten başlayarak bilimlerin, ahlâk ve adaletin de içinde olduğu hamuru büyük bir özenle yoğursunlar. Çocuklarını veya bir fidanı yetiştirmeye gösterdikleri özeni geleceklerinden esirgemesinler.
- Geleceğe aklı körelten yollardan değil, elle tutulur, yürünebilir yeni yollar, yöntemler keşfederek gitmeye bakmalılar. Gelecek gaybdır, bilinmeyendir. Yürünmemiş yol, henüz yol bile değildir. Oraya ancak “çığırlar açarak,” keşifler ve buluşlar yaparak, yeni yollar, yöntemler, teknik ve teknolojiler, modeller ve modüllerle yürünebilir.
DİPNOTLAR VE RESİMLER:
[i] Ünlü İngiliz tarih felsefecisi ve filozofu, Arnold Toynbee
Resimler:
-Öne çıkarılmış görsel: Bir çoban, karda çığır açarak hayvanlarını yemlemeye götürüyor
-Selimiye camii_Edirne: www.tatildunyasi.com
-Çığır açmak_kar_@VladimerAntonov
-Yollar2_@aantanggerang
-Yol_bulmak_@MrStanichnik1
4 Comments
Rabia Gümüş
18 Ocak 2016 - 18:12Beşer üzerine hakim kılınmış kanunlar(sünnetullah)ı sadece nesneler üzerinde (suyun kaldırma kuvveti, yerçekimi kanunu vs.) sınırlandıramayız. Rad 11(Şüphesiz ki Allah, kendi nefslerinde olanı değiştirinceye kadar, bir toplulukta olanı değiştirmez.)deki gibi insanlar ve toplumlar üzerinde geçerli olan sünnetullahın pek farkında değiliz. Bundan dolayı bir gelecekten bahsederken sünnetullahı görmezden gelmek veya sünnetullahtan gafil olmak/onu bilmemek zararımıza olacaktır. Batıyı taklide tepki olarak ya da işe yaramaz bir övünç nedeniyle geçmişi taklit etmek de bu gafilliğin sonuçlarından biridir.
“Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Halbuki Allahın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın ve Allahın sünnetinde asla bir dönüşüm de bulamazsın. Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allahı aciz bırakacak hiçbir şey yoktur.” (Fatır 35:43-44)
Bu ayetlerde Allah geçmiş millet ve medeniyetleri incelemeye, onların yıkılış sebepleri üzerinde durup düşünmeye çağırıyor. Ayrıca, millet ve medeniyetlerde hangi şartlarda veya durumlarda nasıl bir sonuçla karşılaşacaklarının birtakım yasalara(sünnetullaha) bağlı olduğu ifade ediliyor[Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler?]. Bu yasaların değişmeyeceği ve başka yasalara dönüşmeyeceği vurgulanıyor.
Toplumların ortaya çıkma, yükselme ve yıkılış sebeplerinin bağlı olduğu bu yasaların bir sistem halinde derlendiği çalışmalar gerekli. Mazharuddin Sıddıkî’nin “Kuran’da Tarih Kavramı” kitabı bu konuda yapılmış bir çalışma.
Kuran’da tarih meselesinin nasıl ele alındığını tahlil ediyor ve birtakım prensiplere ulaşıyor. Yazar, Kuran’da anlatılan geçmiş milletlere ait hadiselerin mantığı üzerinde düşünürken;
a) Tarihî sürecin tarafsız olmadığı,
b) Tarihî sürecin seçmeci özelliğe sahip bulunduğu,
c) Tarihî değişimde zaman faktörünün önemli bir yer tuttuğu,
ç) Kuran’da toplumlara verilen ceza biçimleri,
d) Sosyal çöküntünün sebepleri,
e) Tarihî değişimin mekaniği,
f) Tarihte manevî gücün üstünlüğü gibi ana temalara Kuran’dan bakışlar getiriyor. [Ama ne yazık ki şu an kitabın baskısı yok.]
***
Yukarıda yazdıklarımızdan şu sonuçları çıkarabiliriz:
1- Vahyin gösterdiği yolda yürüyerek bir gelecek inşası için öncelikle vahyi (değerlerimizi) kuru kuruya tekrarlanan bilgiler olarak görmekten vazgeçmeliyiz
2- Bu değerleri hayatımızın her alanına dahil etmenin yol ve yöntemlerini bulmalıyız.
3- Sünnetullahı dikkate alarak yapılan tarih felsefesi de işlerimizin daha sağlam temellere dayanmasına ve daha sağlıklı sonuçlar elde etmemize yardımcı olacaktır.
4- Geçmiş(bizim ve başka milletlerin tarihi) ancak o zaman daha açık şekilde anlaşılacak ve kıymet kazanıp, “öncekilerin hikayeleri” olmaktan kurtulacaktır.
Nursultan
16 Ocak 2016 - 21:38İslam ve “Atalar Dini”yle ilişkimiz
Batılılaşma yanlılarına en çok kızanların yönlerinin geçmişe dönük olduğunu görürüz. Oysa iki eylem de sonuçları bakımından benzerdir; ikisi de insanı, toplumu ait olmadığı bir evrene taşıma gayretindedir. Bu gayrette unutulan önemli bir husus var: Batılılaşmada inanç, atacılıkta zaman farkı olduğundan iki durumda da ortaya doku uyuşmazlığı çıkar. Hayal edilen bu evrenin hiçbir şekilde gerçeğe dönüşmesi yani olmak istenen toplumun doğması mümkün değil.
Doğrusunu söylemek gerekirse geçmişimiz bize ait diye geçmişçilik veya atacılık bize daha az zararlı, hatta gerekli görünüyor. Ne var ki geçmişçilik de Batıcılık gibi hayali çünkü bugün bilim-kurgu konusu olan “zamanda geriye yolculuk” kadar gerçekten uzak bir durum.
Bu hayali evrende, değil medeniyetimizin o muhteşem evresi gibi müreffeh, faziletli, güçlü olmayı, hayatta kalmayı bile başaramayız! Değil bugünkü batı gibi olmak ancak batının arkasından sürüklenen kişiliksiz bir topluma dönüşürüz! Her bir kesimimiz toplumu kendi hayali evrenine (ütopyasına) çekmeye çalışırken dokusunu yırtarız! Nitekim bugün ülkemizdeki bir kutup kendi batısının evreninde diğer kutbu ise kendi geçmişinin evreninde bir düzen kuracağım diye toplumu kaosun içine sürüklemiş durumdalar!
Uzun süreli çekme-çekiştirme sonunda geldiğimiz noktada ne batıyı, ne de ecdadımızı taklitle kazandığımız bir şey vardır. Birşeylerimiz varsa bunlar kendi ellerimizle yapıp-ettiklerimizdir; taklitle, batıdan veya geçmişten aşırarak kazandıklarımız değil.
Batı gibi olmaya çalıştık, neden bugün saat gibi işleyen dünyevi sistemlerimiz yok? Geçmişimize öykünüyoruz, neden adalet dağıtan hakimlerimiz yok da geçmiştekilerin adaletle ilgili hikayelerini anlatmakla avunuyoruz? Hatta geçmişten miras aldıklarımızı geliştirmek bir yana hiç değilse muhafaza edebildik mi?
Ama hiç değilse bu yanılma birikimimizden yararlanalım, hatalarımızdan öğrenelim: Kendimizi bilelim ve tanıyalım. İster batıyı okuyalım ister doğuyu, ister geçmişi; kendimizi okumadığımız, tanıyıp bilmediğimiz müddetçe bize katkısı hiçbir şeyin bize katkısı olmayacaktır. Bugünümüzü anlamaya çalışarak ve iki günümüzü bir tutmadan geçmişin mirasını değerlendirerek ve batının birikiminden de yararlanarak yarına/geleceğe yürümeliyiz. Son not: İslam atalar dinini reddetmişken onun atalar dini haline çevrilmesinin hesabını veremeyiz!
Rabia Gümüş
14 Ocak 2016 - 10:33Gelişim ve İnsan, editörüne:
“Egonuz size hangi oyunları oynayabilir” adlı yazıya yaptığım yorumdan sonra “İyilik adalete dönüşmekle tamam olur” a yapılan Şule Bayraktar’ın yorumuna kadar yapılan tüm yorumlar silinmiş. Ümmügülsüm Kayhan, Mehmet Evren, Nursultan, Kübra isimli kişiler ve benim olmak üzere yapılan yorumlar neden silindi? Silinen bu 7-8 yorumun bir sebebi olmalı!
admin
14 Ocak 2016 - 11:25Uyarınız için teşekkür ederiz Rabia Hanım. Öncelikle bu hatadan dolayı yazılarımıza yorum yapan arkadaşlarımızdan özür dileriz.
Teknik konularımıza bakan arkadaşımız bunun yorumların süresinden kaynaklanıyor olabileceğini söyledi. Spamdan veya çalışmalarımızdan doğan bir hata sonucu da olabilir.
Kaybolan yorumları bularak yerlerine yerleştirmeye çalışacağız. Bu süre içinde yorumunu tekrar göndermek isteyen okuyucularımız olursa yine değerlendiririz.
Ancak her halükarda takipçilerimiz, yazarlarımız ve yorum yapan insanlar yaptıkları yorumların bizim için yazılar kadar önemli olduğunu bilmelidirler. Yorumla katılmak bizim için büyük bir önem taşımaktadır. Gelişim ve İnsan’la gelen yaklaşım farklılığının bir yönü de budur.
Sonuç olarak, hatamızı telafi etmeye çalışacağız. Lütfen bu geçici durum yorumlar yazan arkadaşlarımızın cesaretlerini kırmasın. Bu sayfada kurmak istediğimiz inter-aktif bir ortam ancak yapılan yorumlarla mümkün olabilir. Onun için gelen ve gelecek her yoruma değer veriyoruz. Sayfamıza gösterdiğiniz ilginin devamını diler, tekrar teşekkür ederiz.