Fertler gibi milletler de geçmişlerinden kopamazlar, atalarını yok sayamazlar. Ataların nasıl yaşadığını araştırmak geleceğe giden yolumuzu tayin etmekte değerli bir sermayedir. Ancak atalara bağlılık, milletlerin fitnesi olabilecek zehri de içinde taşımaktadır. Başlangıçta masum olarak başlayan atalara saygı, giderek bir toplumu doğru yoldan saptırabilecek tehlikeli bir külte dönüşebilmektedir.
Zira insanın atası, ataları söz konusu olduğunda duygusallık, gurur, kibir ve nefsaniyet için “güzel” bir bahane ortaya çıkar. Hayata ve dünyaya atalar üzerinden bakmak, doğru ile yanlışı, adaletle bakmayı, hatta sorgulamayı bile aklımızdan çıkarabilir. Tarihi anlamak bakımından, objektif bakmayı ve tarihten yararlanmayı kısıtlayabilir. Atacı kültlerin başka milletlerin tarihlerinden yararlanmak şöyle dursun, ona sempatiyle baktıkları bile söylenemez. Hâlbuki insandan beklenen sadece kendi atalarından değil, insanlığın bütün birikiminden yararlanmak olmalıdır. Atalar kültü, her nesile bahşedilen nimetlerin, hatta milletlerin ömrünün bile Allah tarafından verildiğini unutturacak kadar saptırıcı olabilir. O ömür ki, hiç şüphesiz, Âlemlerin Rabbi tarafından verilir ve her bir millet için müddeti tayin edilmiştir.[i]
İnsan “eşref-i mahlûkat” olarak yaratılmıştır ama kendisini yaratana karşı bile nankör, ahmak ve zalim olabiliyor. Bir nesil dünyalık için istikbal (gelecek) üzerinden ikbal ararken, öteki nesil geçmiş üzerinden saltanat kovalıyor olabilir. İnsanın gelecekle veya geçmişiyle, hatta hayvanların ve bitkilerin geçmişiyle bile kolaylıkla aldatıldığını görüyoruz. Gelecekte ne yapacağımız, ne olacağımız, nasıl bir toplum kuracağımız, hatta ölüme çare bularak insanın “ölümsüz”leşeceği üzerine bile fikirler, teoriler ortaya atılabiliyor. Bu fikirler üzerinden insanlar aldatılabiliyor. Samuel Hantington adında bir akıllı, gelecek üzerine yaptığı spekülasyonla sayısız fitneye sebep oldu. Diğer taraftan bilim adına ortaya atılan evrim teorisi veya insanın geçmişine yakıştırılan bir dizi iddialar aldatmanın araçları olmaktan öteye gidemedi ve çok insanı doğru yoldan saptırdı.
Bu yazımızda kısaca bahsedeceğimiz sebeplerden ve temel değerlerimizin başakları olan 45 ayetin öğrettiklerinden şunu anlıyoruz: Geçmişe ait olan her kişi, nesne veya olayın peşinen kabul edilmesi yerine büyük bir titizlikle araştırılması ve incelendikten sonra hüküm verilmesi gerekir. Onun için atalarla aldanma ve aldatma üzerinde kemal-i ciddiyetle düşünmek gerekir. Ama öncelikle insanı yaratan, Zatı için geçmiş ve geleceğin söz konusu olmadığı, insanın gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilen (El-Âlim) Yüce Allah’ın “atalarla aldanma ve aldatma” konusunda inananları nasıl uyardığına dikkatle bakalım. Bu cümleden olarak, El-Âlim (C. C.); Kitabında, 45 ayette atalardan bahsetmekte, bu ayetler arasından 38 ayette ise “atalar”a düşünmeden bağlılığın aldanma ve aldatılma aracı olabileceği konusunda inananları uyarmaktadır! Öyle ki, başta Hz Peygamber, Yakup, Musa, Salih, Şu’ayb, İbrahim ve İshak peygamberler olmak üzere, kavimleri tarafından ataları üzerinden reddedilmemiş veya şiddetle karşılaşılmamış bir peygamber yoktur.
Ne yazık ki bizler bu fitneden ya gafil halde, ya da bu fitne tarafından avlanmış, alet edilmiş haldeyiz. Bir misal verelim: Bildiğiniz gibi her Kur’an mealinin başında, Kur’an’da geçen tabirlerin ve kavramların yer aldığı bir Alfabetik İndeks vardır. Kur’an’da geçen kavramlar bu fihristte alfabetik olarak sıralanır ve kavramların geçtikleri sûre ve ayetlerin isimleri, numaraları ve sayfa numaraları da karşılarına yazılır. Şimdi; Kur’an’da bir kere geçen “Süvâ’” putu, iki defa geçen “Sebe halkı”, üçer defa geçen ve put yapan “Sâmirî” ve “at” kelimeleri, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan mealin fihristinde yer aldıkları halde, Kur’an’da kırk beş defa geçen ve inananlar için büyük bir fitne olan “atalar” kelimesine nasıl olur da bu fihristte yer verilmez!? Biz, bütün uyarılara rağmen, kendimizi atalarımız üzerinden aldatmak için zemin mi hazırlıyoruz? Değilse zaten bir aldanma sürecinin içinden mi geçiyoruz? Peki, bu yolla aldatma işinin, Yüce Allah’a şirk koşmaya ve helak olmaya kadar gidebileceğini biliyor muyuz? Diğer taraftan; bu zaviyeden bakış, sadece insanın inançlarından sapmaktan ibaret kalır mı? Uzun zaman ve böyle bir sapmaya maruz kalan ve bizi geleceğe götürecek aklımız, ahlâkımız, ilmimiz, doğruluk ve adalet anlayışımız ne olur?
Millet hayatımızda bir tane olan ve TDV tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisinde de durum farklı değil. Burada “Atalar Kültü” başlığıyla yer verilen bu mesele arkaik putperestlik ve neredeyse folklorik açıdan iki sayfada ele alınır.([ii]) “İnsanoğlunun soyundan geldiği kimselere karşı tabii ve fıtrî olarak her zaman duymakta olduğu saygı ve sevginin zaman zaman aşırı bir şekle dönüşmesi” olarak tanımlanan “Atalar kültünün, paleolitik devreden kalma izlerine gönderme yapıldıktan sonra, ataların ruhlarıyla irtibatlandırılarak, en çok eski Çin, sonra İslam öncesi Araplarla ve eski Türklerle kısacık bir irtibat kurularak, yine günümüz açısından hemen hiçbir uyarı değeri taşımayacak şekilde, bir paragrafla, ayetlerle bağlantılı olarak işlenir. Hâlbuki atalar kültünün tehlikeli tarafı, bir putperestlik yolu olmasından çok daha önce insanın aklında, ahlâkında, dünyaya bakış açısında, sosyal yapılanma ve nihayet geleceğe bakışında sebep olduğu sapma ve tahribattır.
İnsan atalarını heva ve hevesine alet ediyor olabilir mi?
Toplumlar inanç nüveleriyle (kıymet hükümleri, değer yargıları) hayat bulur, gelişir, düzen kurar, refah bulur veya geriler, düzenleri yıkılır, hatta bazen kendileri bile yok olabilirler. Atalarımız da inançları, yaşadıkları ve hayata geçirdikleriyle beka buldular. Bedenleri veya kanlarıyla değil, inançları ve bundan doğan değerleri sağlam, bağlılıkları kavi ve azimli oldukları için iklimlerini imar edip onunla hayat buldular.
Ne var ki günümüzde, atalar üzerinden yürümek isteyenlerin, ataların değer yargılarını pek de hesaba kattıklarını söyleyemeyiz. Hatta kimi zaman, inançlarıyla atalarından öyle ayrı düşüyorlar ki; atalar, sahip olduklarının, hatta kendilerinin (insanın) Allah’tan geldiğine katıksız iman ettikleri halde, günümüzdekiler ise bu nimetlerin kendilerine ataları üzerinden geldiğine ve “ataların yüzü suyu hürmetine” hayat bulduğumuza inanırlar. Bu bir erken dönem (prematüre) şirk olabilir mi? Biz tevhidi kullanıp, şirkten medet umuyor, şirk üzerinden hayat mı arıyoruz?
Bir de işin öteki yüzü var. Ataların sürekli iyi ve doğru şeyler yaptıkları varsayımı. Bunun bir kanıtı (delili) var mıdır? Bir de kıyaslama yoluyla bakalım: Atalar her zaman iyi ve doğru işler yaptılarsa, neden bir dönem yükseldiler de, arkasından gelen dönemde, ileri gidemediler? Hatta önceki dönemde kazandıklarını bile kaybettiler?
Atalar konusuna bir de insanın kendine çıkardığı zorluklar açısından bakalım: Yüce Allah, herhangi bir şekilde yolarından sapan veya şaşan milletlerin geriden gelen nesillerini öncekilerin hatalarından korumak isteyebilir. Öncekilerin düzenleri yıkılarak, gelen nesillerin yeni bir düzen kurmaları için bir imkân verir. Bu durum, Allah’ın affedeciliğinin meyvesi ve insanlara hazırladığı bir kolaylıktır. Kolaylıktır, diyoruz çünkü bir düzen kurmanın esas zorluğu, o yerde mevcut düzenin ortadan kaldırılmasıdır. Zira bir yer bir şey ile dolu iken oraya ikinci bir şey konamaz. Bir bardak boşaltılmadan bardağa başka kaynaktan bir su, sıvı konulamaz. Yüce Allah, bardağı boşaltarak yeni nesillerin yapacağı işin yarısını onlara bahşetmiş olur. Bir yönüyle de, “suç ve cezanın şahsiliği” evrensel ilkesi fertler için olduğu gibi toplumlar için de yürütülür. Yeni nesillerin, yeni bir düzen kurmalarına imkân hazırlanır. Ataların doğrularını tekrar -üstelik atalarla kazanılan tecrübeyi de ekleyerek- hayata geçirme, yanlışlarından sakınmanın kolaylığı doğar. Bu kolaylıklara rağmen, atacılığın ısrarla geri getirilmeye çalışılması anlaşılır şey değildir.
Böylece, O, içlerine giren virüsün, yeni döneme bulaşmasını engelleyerek, yeni nesillere yardım eder. Yüce Allah bu şekilde insanı koruduğu ve esirgediği halde atacılık, eski dönemi hasta eden, hatta öldüren virüsleri yeni döneme taşıyıp bulaştırmakla ne elde etmek ister? Bir neslin devletine bulaşmış olan liyakatsizlik, adam kayırma, rüşvet, taklitçilik ve hizipleşmeleri, ahde vefasızlıkları, hizipleşme ve düşmanlıkları, adaletsizliklerini yeni nesillere taşımakla milletine iyilik mi etmiş olur! Hayır, asla! Zira düşüncesiz bir atacılık, üretimsiz bir taklit, atalarla övünme, onlara üstünlük atfetme, ataları her türlü kusurdan azade ve lâyüsel([iii]) sayma, ataların yalnız işlerinde değil, genlerinde ve gönüllerinde var olan hastalıkları dahi nehrin bu yakasına taşır, yeni nesillere bulaştırır!
Bütün bu saydıklarımızı dikkate alarak geçmişe, atalarımıza ve tarihimize, onları inkâr etmeden, peşin hükümlere esir olmadan, büyük bir dikkatle bakmak, özenle ele almak gerekir. Öncelikle tarihin hiçbir döneminin doğru ve tam yazıldığına dair elimizde hiçbir ölçü veya delil yoktur. Tarih söz konusu olduğunda -istisnalar dışında- her toplum kendi doğrularına olduğu kadar, yalanlarına, yanlışlarına ve eksiklerine de aynı şekilde sahip çıkmaktadır. Misal olarak, iki ülke arasında vuku bulan bir anlaşmazlık veya savaş halinde, bugün olduğu gibi tarihte de her millet vakıaya kendi tarafından bakmaya, sağduyu eksikliği oranında mahkûm olmaktadır. İngilizler, Avustralya ve Yeni Zelandalıları Türkiye’yi işgale getirdiklerinde, Türkleri, insan eti yiyen yamyamlar, hatta -haşa!- bir çeşit insan dışı tür olarak anlatmışlardı. İşte bizim bu yazıyla anlatmaya çalıştığımız, -tespitlerimiz eksik, değerlendirmelerimiz yanlış olsa bile- geçmişe, tarihimize, tarihe bakışa sağduyuyu hâkim kılmaktır.
Bütün bunları dikkate alan bir kimse, atalar mevzunun istismara açık olduğunu bilir. Bu hususta yalan söylemek çok kolaydır, çünkü atalar bize kendi zamanlarında olup bitenlerin doğrusunu söyleyecek yahut kendilerini savunacak durumda değiller. Herhangi bir zamanda, herhangi bir tarihçi, edebiyatçı veya seyyahın yazdıklarıyla aramızda temsil ediliyorlar. Tarihsel metinlerde, dini değerlere dayanarak yapılan bazı uyarılar dışında metni yazanın, tabi olduğu yönetimleri eleştirmesi, onların kusurlarını, yanlışlarını anlatması öyle pek rastlanan şeyler değildir. Hatta tam tersi, bazen gerçekle ilgisi olmayan abartı dolu, “methiye” denen bir edebiyat türü bile vardır.
Tarihten bize intikal eden metinlerdeki abartı, propaganda, bilhassa milletler arasındaki husumetlerde veya savaş hallerinde karşı tarafı kötüleme, yerme, aşağılama gibi hususları da unutmamak gerekir. Biz de atalar üzerinden hayata, hele de geleceğe baktığımızda aynı hatalara düşebiliriz. Çünkü eğlence dünyasında değil, geleceğimizi inşa amacını taşımaktayız. Gelecek zaten bilinmez veya bilinmesi zordur. Bu bilinmezleri, bir de geçmişten alınan hususlarla karartma yeryüzünü imar etmeye yardımcı olmaz. Biraz abartılı bir örnek olarak Evliya Çelebi’nin bu meseleye misal olacak anlatım tarzını aşağıda vermekle yetinelim:
“Örneğin, ‘acayip’ ve ‘garip’ şekilleri ve görünüşleri olan insanları anlattığı bölümlerdeki grotesk bedenlerin çirkinliğini, okuru rahatsız edecek tarzda abartılı benzetmelerle betimler. ‘Cenâb-ı Hak bunu gerçi insan diye yaratmıştır, ama’ diye başladığı Viyana Kralı’nın betimlemesinde, ‘başı bal kabağı gibi uzun kelleli, tahta gibi yassı alınlı, baykuş gibi yuvarlak gözlü, uzun siyah kirpikli, tilki gibi uzun çehreli, oğlancık pabucu kadar koca kulaklı, deliklerine üçer parmak girecek kadar Mora patlıcanı gibi büyük kırmızı burunlu, deve dudaklı, ağzına bir somun sığacak kadar büyük ve salyalı ağızlı, beyaz deve dişli’ bir adam sunar okura.”[iv]
Bu açıklamalardan sonra, hataları da olan, iftihar edeceğimiz bir geçmişimiz olduğunu burada belirtmek gerekir. Ne olursa olsun, geçmiş aklımızı başımızdan almamalı. Kayda değer olan şey, geçmişin nasıl ve ne ile şekillendiğini ve kaynaklarını da doğru tespit etmektir. Hiçbir şeyi, sebeplerini bilmeden tam anlayamadığımız gibi, iftihar ettiğimiz bir atalar düzenine, doğuş sebeplerini tespit etmeden vakıf olamayız. İnsanın ancak inançları (değerleri) insan olur. Hayat, dirlik, düzen arıyorsak değerler üzerinden aramak gerekir. Bu bakımdan insanın, insani değerlerle olan bağlarını hiçbir şekilde koparmaması veya değerlerle arasına, atalar da olsa, aracı koymaması gerekir. Kast ettiğimiz değerlerden birkaçını aşağıda hatırlatalım:
Doğruluk, merak etmek, merhamet etmek, okumak, eğitimli olmak, çalışmak ve çalışkan olmak. İlim aramak, ilmiyle amel etmek, kendini başkasının yerine koymak, yardımsever olmak, iyilik yapmak, iyi ve güzel işler yapmak, her şekilde sadaka vermek (tebessüm etmekten, bir yetim ailesine bakmaktan, bütün bir toplumun yararlanabileceği akarlar ve eserlere kadar), yetimin elinden tutmak. İsraf etmemek, insanlarla iyi geçinmek, komşulukta hayat aramak, yoldakine (yaya olana, parasız kalana) yardım etmek. Selam vermek, insanların aralarını bulmak, sözünü güzelce söylemek gibi değerler, doğrudan yaşanmak yerine başka hiçbir şeyle ikame edilemez kıymet taşımaktadır. Yani erdemli bir toplum, sağlıklı bir gelecek atalarımızı taklit ederek değil, ancak insani değerlerle inşa edilebilir. Yapı taşları insani değerler değil de atalar üzerinden düşmanlık, savaş, baskı, sömürgecilik, yalan, aldatma, üstünlük iddiası, zulüm olan bir düzen belki kurulabilir ama devam ettirilemez.
Bu genel girişten sonra, şimdi atalar üzerinden yanılmanın bize verdiği zararları daha yakından görme ve geleceğimizi, atalarımızdan da yararlanarak daha doğru şekilde düşünme ve inşa etme yolları üzerinde durabiliriz.
Geçmiş tarafından rehin alınan ve inşa edilmeyi bekleyen geleceğimiz
Yukarıda, geçmiş üzerinden gelecek tasavvur etmenin aklımızı, ahlâkımızı, ilimleri ve adalet anlayışımızı etkileyeceğini söylemiştik. Bu durum aynı zamanda insan ilişkilerini, sosyal örgütlenmeleri, çalışma alışkanlıklarımızı ve dünyamızı inşa etmeyi de etkilemesi demektir. Bu
anlayıştan hareketle atalarımızın veya Müslümanların da bir zamanlar keşifler yaptıklarını, hatta Batı Medeniyetinin bunları öğrenerek Rönesans’ı gerçekleştirdiğini sıkça dile getiriyoruz ama bu yolun doğru, yanlış, verimli veya üretken olup olmadığını sorgulamıyoruz? Bu yüzden ne atalarımızdan, ne de Batıdan hemen hiçbir kalıcı şey öğrenemiyoruz. Böyle davranmamızın elbette sebepleri vardır:
-Bunun ilk sebebi, ruh halimizle ilgili olsa gerektir. Batı karşısında duyduğumuz aşağılık kompleksinden ve içine düştüğümüz ataletten kolay yoldan kurtulma kurnazlığı.
-Diğer sebebi ise, yine Batıya karşı duyduğumuz kompleksle İslam’ın ilme karşı olmadığını, Batıya ve Batı taraftarlarına anlatma gayretimizdir.
-Başka bir sebebi de tembelliğimizi, kabiliyetsizliğimizi atalar üzerinden örtbas etme gayretimizdir. Yani bir iş yapmak yerine, o işi yapan birini över, amigoluk yaparım, böylece kısa ve kolay yoldan aynı sonuca varırım!
Bu yolun, başkalarının bize saygı duymasını, bugünkü hayatımızı düzenlemesini veya ileri götürmesini bekleyemeyiz. Atadan kalan ama anlaşılmayan ve hakkı verilmeyene saygı duyulmaz. Meşhur sözle, “Haydan gelen, huya gider” Çünkü insanlar size ancak yaptıklarınızdan dolayı saygı duyar, başkasından size kalandan değil. Hak edilmiş saygı budur, zira Allah’ın yolu da budur: “İnsana eliyle kazandığından başkası yoktur,”[v]olmamalıdır da.
Dünyaya bu gözle bakmanın bize zararının olduğundan hiç şüphe yoktur. Zira insanın yapması gereken bir işte başkasının, hatta babasının yaptıklarıyla övünmek ancak insanı avutur, milletleri çalışmaktan alıkoyar, geri bırakır. Zira hayatın devam etmesi, bin yıl öncesinden kalanla değil, bugün ne yapıldığına bağlıdır. Dedemizin tesis ettiği bağ – bahçeden, bugün üzüm yemeyi beklemek nafile işlerdendir.
Bu bakımdan, bugün Müslümanlar arasında ortaya atılabilecek tezler ve bunlardan kaynaklanacak hareketlerin bugünün, hatta yarının ihtiyaçlarına göre şekillenmesi ve bu ihtiyaçların karşılanmasının gerektirdiği yollar ve yöntemlerle (usul) hareket etmesi gerekir. İnsanların darlıklarını gidermek, hak ve özgürlükleri genişletme ve adaleti gerçekleştirmek için yola çıkmış bir harekette Osmanlı serpuşuyla ortalıkta dolaşmak akıllı işi değildir.
“Geçmişini bilmeyen geleceğini bilemez” sözü ne kadar doğru ve dürüstçedir?
Kaba haliyle düşündüğümüzde bu sözün doğru olduğunu söyleyebiliriz. Ama biraz daha ince düşünerek sondan başa bakalım: O halde, geçmişini bilen geleceğini de bilir! Bu nasıl mümkün olur? Geleceğin psikolojisi veya sosyolojiye konu olacak sosyal – toplumsal yapılanmaları, geleceğin iktisadı, teknik ve teknolojileri, siyasi yapılanmaları, kurumları ve müesseseleri, devlet modelleri geçmiş üzerinden nasıl ve ne kadar anlaşılabilir? Geleceği bilmek bu kadar basit olsa sosyologlara, bilim adamlarına, ekonomistlere, stratejistlere, politikacılara, komutanlara, fütüristlere, ilimlere ve teknolojilere ihtiyaç kalmaz, bütün bu kariyer ve meslekler yerine tarihçiler yeterdi.
Bu sözü yayanlar hayatı yalnızca atalar üzerinden kurgulayan, her şeyi siyah-beyaz gören, dost-düşman kabalığında değerlendiren, hayatın çeşit çeşit zenginliklerini, gri tonlarını göremeyen kimselerdir. Ne yazık ki, bütün bir geleceği bu şekilde geçmişin kırık dökük prizmalardan geçirerek göremeyiz, ne gördüğümüzden de emin olamayız. Sadece dost-düşman ilişkilerine bile bu miyop hal üzerinden bakamayız. Geçmişte, orduların yalın kılıç çıktığı Haçlı Seferleri, şimdilerde yüzlerce, binlerce olayla tescil edildiği gibi dördüncü nesil savaşlara dönüşmüş durumdadır: Casusluk savaşları, istihbarat ve karşı istihbarat faaliyetleri, nükleer tehditler, akıl almaz çeşitteki terör hareketleri, kışkırtma hareketleri, sadece bitki ve yiyeceklerin değil, aynı zamanda milletlerin genetiğiyle oynama, hastalık ve mikrop yayma, siber saldırılar, beyin yıkama ve şartlandırmanın her çeşidi… Bugün dahi mahiyetini bilmediğimiz, hatta varlığından bile haberdar olmadığımız insanlık aleyhindeki bu oluşumları geçip gitmiş olanlar üzerinden nasıl anlayabiliriz?
İnsan zalimdir. Gerçekte fail olmayan failler bulmakta mahirdir. Çünkü kendisi hazırda olmayan birinin, bir şeyin temsilcisi olmak, onun yerine geçmek, avatarı olmak bazen hiç sorumluluk almadan büyük kazanç getirebilir. Gelecek adına konuşmak, günü gelince insanı yalancı durumuna düşürebilir ama geçmiş giderek bizden uzaklaşmaktadır ve onun temsilciliğini yapmak, onun adına konuşmak hatta onu kutsallaştırmak bile geleceğe nazaran çok daha kolay ve kârlıdır. Esasen şirklerden birinin kaynağı, kökleri buradadır. Kendinizi kutsallaştırmak insanlar nezdinde kabul görmeyebilir ama başka birini veya bir şeyi kutsallaştırarak, onu sahiplenmek çok daha kârlı ve az risk taşır. Mekkeli müşrikleri İslamı kabul etmekten uzak tutan şey, sadece saf dini inançları değil, İslamı kabul ederlerse ticaretlerine gelecek zarardı. Onun için istisnalar dışında zengin tüccarlar İslam’ı en son kabul edenler arasında yer alır.
Netice olarak, küçük ve kaba bir doğruluk dışında, bu düşüncenin sakıt olduğunu, bize geleceğe dair bir şey kazandırmayacağını söyleyebiliriz. Zira bu yol insani olanı, doğruluğu, dostluğu değil, düşmanlığı esas alarak ve dar bir kalıpla başlar. Hâlbuki bunun yerine, değerlere dayalı düşünme geleceğe giden yolumuzu aydınlatmada ve inşa etmekte çok daha belirleyicidir. Böyledir, çünkü temel değerlerimiz, şahıs hayatının gerektirdiği ve yukarıda saydığımız değerler gibi toplumsal oluşumları da açıklar ve şekillendirir. Mesela temel değerlerimiz, kimlerin Müslümanları sevdiğini ve sevmediğini, gizli emellerini, bunlara karşı olması gereken davranışları, aralarındaki savaşları, bu savaşların gerektirdiği hukuku, barış, anlaşmaları ve iktisadi ilişkiler gibi bir dizi sosyal ve toplumsal değerleri de vazetmektedir. Zaten atalar da bu değerlere bakarak geçmişten günümüze uzanan yolu inşa edebildiler ve yürüyebildiler. Bu değerlerle yolları üzerinden konaklar (şehirler) ve müesseseler inşa ettiler, uluslar arası ilişkiler geliştirdiler, diplomasi yaptılar, denge, düzen ve nizam kurabildiler, adalet dağıtabildiler.
Ayrıca ataları kör bir şekilde taklit, sadece inanç esaslarımızı değil, aynı zamanda usul konusunda bizi şaşırtır. Zira atalar, yukarıda iki grupta hatırlatmakla yetindiğimiz ve tamamını sayamayacağımız değerlerden yola çıkarak usuller de geliştirdiler. Onların bilimlerde, sanatlarda, savaşlarda, toplum (cemiyet) inşa etmekte, adalet sistemlerinde, devlet idaresinde, uluslar arası ilişkilerdeki usulünü bilmeden taklit etmek bizi günümüzde yaşamaktan çıkarır, hayaller peşinde koşturur. Zaten bu iş hayal âleminde kalsın diye atacılık kültleri (ideolojileri) yakın değil, uzak geçmişe, hatta karanlık çağlara dayandırılır. Geleceği inşa ederken usul ve metod gözetmek zorundayız çünkü usul yere, zamana, şartlara, imkânlara, teknik ve teknolojilere göre değişebilir. Saf geçmişten bizi geleceğe götürecek usul çıkaramayız. Bugün aramızda, hala Viyana kapılarına dayanmayı hayal edenler, Viyana’nın içimizde olduğunu, her türlü oyunlarla bizimle oynamakta olduklarını hakkıyla anlayamazlar.
Tarihte olup bitenleri sayıp dökmek kimseye bir şey katar mı?
Atalarımızın yaptıklarını sayıp dökerken, bunları nasıl yaptıklarını, daha da önemlisi niçin yaptıklarını da mutlaka sorgulamalıyız. Ortaçağ toplumunda, elliden fazla makinanın tasarımını yapan, bu makinaları üreten ve çalıştıran El-Cezeri adında bir insan, neden bu keşiflere bu kadar zaman harcar! Niçin insanı taklit eden makinalarla (bugünkü robotlar gibi) uğraşır, insan eline su döken ibrik yapma ihtiyacı duyar? Bu entelektüel merak pirinin mühendislik felsefesi nedir? Ama hepsinden önemlisi, bu dâhinin, yaptığı keşiflerin çetelesini tutmak ama aklından yararlanmamak, meşhur deyimle, akıl kârı mıdır?
Geçmişte olup biteni sayıp dökmek ilmimizi artırmaz, entelektüel merakımızı geliştirmez. Aksine bizi taklitçiliğe alıştırır, insanî yaratıcılığımızın gelişmesini önler, köreltir. Geçmişin kötü taklitçileri yapar, bedavacılar alayına katar. Zira bu tutumumuzla hayatı daha iyi anlamak ve ihtiyacımız olanı araştırmak, keşifler ve buluşlar yapmak yerine yüzyıllar önce yapılmış şeylerle yetinmeyi seçmiş oluyoruz. Üstelik nasıl yapıldıklarını araştırmadan, niçin yapıldıklarını merak bile etmeden! Şimdi geçmişimizde materyale dönüştürülen şeylerin (çarklar, makinalar, el aletleri, değirmenler vs.) kendilerini veya taklitlerini
müzelerde toplamakla meşgulüz. Müzecilik gerekli ve güzel bir faaliyettir ama “niçin”i bilinmezse bir eğlence olmaktan öteye gitmez. Ne yazık ki müzelerimizi, entelektüel merakımızı geliştirmek yerine şimdilik gururumuzu okşamaları, bize hoşça vakit yaşatmaları, para kazandırmaları, hatta eğlendirmeleri için açıyoruz.
Bir de bir milletin diriliğini korumanın çabası var. Birlik ve dirlik geçmişin kalıntıları üzerinden değil, günümüzün insan ilişkileri üzerinden inşa edilir. Miras konusu değil, inşa edilme işidir. Geçmişin bilgisini basit bir halde tekrarlayıp durmak, atalarımız üzerinden yaşamaya çalışmak, ölülerden yardım dilemekten başka ne anlama gelir? Yüce Allah’ın ömürlerini bitirdikleri, kendilerine faydası olmayanlar dönüp bize mi yardım edecekler? İşte bu hassas durumları atalardan öğrenmek ve onlara saygı duymakla karıştırmamak gerekir.
Zira bu yaklaşım hayatın her an çalışması gereken gelişme dinamiklerini yok sayıyor veya yaşamın dışına itiyor. Onun için de gelişme ve ilerlemeyi durduruyor. Çünkü hayat, tarihten bugüne uzanan damarlardan olduğu kadar bugünün gerçeklerinden ve yarın hakkındaki tasavvurumuzdan beslenerek gelişir. Bunun için:
-Öncelikle, geçmişte olup bitenleri niçin referans gösterdiğimizi bilmemiz gerekir. Sonra da tarihte yapılanların nasıl ve niçin yapıldığını araştırmalıyız.
-Bir şeyin kendisi kadar “nasıl” ve “niçin” yapıldığını bilmek gerekir ki, onu sebepleri ve sonuçlarıyla anlayabilelim. Zira bir oluş veya oluşum zinciri, o şeye duyulan merak, ihtiyaçlar ve sebeplerle başlar ve gelişir.
-Niçin’i bilmek, dünü anlamak kadar bugünümüzü de aydınlatacaktır. Çünkü “niçin” bir şeyin hangi ihtiyaçtan doğduğunu ortaya koymakla kalmaz, aynı zamanda o şeyin temel kaynaklar ve değerlerle olan bağlarını kurar.
-Geçmişte yaşanan her gelişme, ilerleme ve gerilemenin arkasındaki değerleri iyi araştırmak gerekir. Ecdadımız hangi değerleri, hangi usulleri (metot ve metodolojileri) ve alışkanlıkları geliştirdi, sonra yitirdi ki, önce gelişti, sonra geriledi ve düzenleri çöktü?
-Atalarımızdan aldıklarımızı da eleştiriye ve elemeye tabi tutmak gerekir. Öyle ki, Kur’an’ın inananları sıkça uyardığı gibi, atalarımız herhangi bir konuda yanlış yoldalarsa biz de aynı yola girmeyelim.
-Gelişmenin de, gerileme ve çöküşün de yasaları vardır. İnsanlığın nasıl geliştiğini bilmeden, gelişme üzerine sağlıklı fikirler üretemeyiz. Evet, Batılılar Müslümanlardan çok şey öğrendiler ama Müslümanlar da kendi doktrinlerinden başka Çin’den, Hint’ten ve Kadim Yunan’dan (eski Batıdan) öğrenerek medeniyet kurdular. “Çin’den ilim alma” kapısı bunun için açılmıştır. Bu gerçeği anlayamazsak ne öğrenebilir, ne gelişebilir, ne de sağlıklı bir gelecek inşa edebiliriz.
İbrahim AKGÜN
DİPNOTLAR
[i] Ve her ümmetin (büyük-küçük her topluluğun) bir eceli vardır. Artık ecelleri geldiği zaman, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler! (A’râf Sûresi, 7)
[ii] Bu madde ilk olarak 1991 senesinde İstanbul’da basılan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 4. cildinde, 42-43 numaralı sayfalarda yer almıştır.
[iii] Kendisine soru ve hesap sorulmaz, sorumlu tutulmaz, sorudan muaf.
[iv] ÖZAY, Yeliz; Evliyâ Çelebi’nin Acayip ve Garip Dünyası. Doktora Tezi, s. 25. İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi, Türk Edebiyatı Bölümü. Ankara, Eylül 2012
[v] Ve şüphesiz ki, insan için kendi çalıştığından başkası yoktur. Ve elbette ki, çalışmasını yakında görecektir. Necm Suresi 39. ayet meali (Ömer Nasuhi Bilmen meali)
Leave a Reply
Your email address will not be published. Required fields are marked (required)