Dünya var olduğundan bu yana insanın yaşadığı en büyük problemlerden biri, kendini tanıyamama veya kendisi olamama problemidir. Hâlbuki insan, fıtratını ve tabiatını tanımadan yani kendisi olmadan, ne mutlu olabilir, ne de çevresini düzenleyip medeniyetler kurabilir. İnsan, kendisiyle olan ilişkisini ve iletişimini bir düzene koymadıkça dünyasını inşa edemez. Çünkü insan ne ise dünyası da odur. “Herkesin bu âlemde birer âlemi ve birer kâinatı vardır.”
İnsanın dış dünyası kendi aynası ya da kendi yansımasıdır. Yani kendisi ne kadar gelişmiş ise çevresi de ancak ve en fazla o kadar gelişebilir. Çünkü dünyanın ve olayların odak noktasında insan var. Bu nedenledir ki, kâinatın merkezine konulmuş ve “yeryüzünün halifesi” unvanıyla dünyanın idaresi kendisine verilmiştir.
İlk ayetin“oku!”emri ile başlaması, Kur’an’ın okumaya, öğrenmeye ve bilmeye verdiği önemi şüphe edilmeyecek derecede ve şiddetle anlatmaktadır. Hatta biraz daha derinlemesine bakıldığında arka planda kâinatın küçük bir örneği olan insanın kendisini ve Kur’an’ın açılımı olan kâinat kitabını okuma algısını yerleştirmek olduğu göz ardı edilmemelidir.
Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam“Kendini bilen Rabbini bilir” sözü ile insana kendini tanıması açısından ciddi bir yol açmış olmaktadır. Bediüzzaman ise insanın, kendini tanıma yolculuğunda atması gereken ilk adımın“Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku! Yoksa hayvan ve câmid (cansız) hükmünde insan olmak ihtimali var.”[i] sözü ile Hz. Peygamberin açtığı yolun başına gelerek, oradan kendini tanıma yolculuğuna çıkmaya davet etmektedir.
Birçok filozofun gerçeğe ulaşmanın en isabetli yolu insanın kendini tanımaktan geçtiği ifadeleri, kendini bilme ilminin sadece medeniyetimize mahsus değil, evrensel bir gerçek olduğunu göstermektedir. Gönül dostumuz Yunus Emre’nin “İlim, ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir …” mısraları ve Sokrat’ın “Kendini tanı!” anlamındaki sözüyle ve daha bu konuda yazılmış ve söylenmiş nice sözler ve kavramlar insanın kendini tanımasının yolunu açık tutmaya çalışmaktadırlar. “Kendini tanıma” ilkesinin bize vermek istediği en büyük değer insanın yaratılıştan iyi olduğudur. Evet, insan iyi ve güzel bir yaratılışla yaratılmıştır!
Buradan hareketle, insanın zaman zaman iç dünyasında muhasebe yaparak kendini tanıması, nereden geldiğini bilmesi ve Yaradan’ına giden yolu araması gerekir. Bu insanın hem kendini tanıması hem de ilimlerin gelişmesi için uzun bir yolculuğa çıkması demektir. Bu yolu ancak iç âlemiyle doğru bir iletişim kurması ve kendisiyle barışık olmasıyla bulabilir. Yoksa hayatı anlamsız hale gelir, hatta belki kendine zindan eder!
Sonuç olarak: İnsan çok kapsamlı kâinatın bir özeti gibidir. Sadece boyutları ve hacimleri farklı, çok anlamlı bir özellikte yaratılmış “Allah’ın antika [ve bir o kadar da harika] bir sanatıdır.”
Ne var ki, biz insandaki potansiyeli henüz tam olarak kullanabilmiş hatta keşfedebilmiş değiliz. Hakikatte insana yaratılıştan yüklenen cevher tahminlerimizin çok üzerindedir. Mesela, zaman zaman insan beyninin ne kadarını kullandığına dair yayınlanan araştırma sonuçları bize insanın taşıdığı cevher hakkında ipuçları vermektedir. Bundandır ki; birçok mütefekkir insanı bilmeyi, kâinatı bilmeye tercih etmiştir.
Bu hakikatten haberdar edilen din mensupları arasında özellikle Müslümanlar arasında insana ve yaratılışa dair ilimlerin gelişmesi gerekir. Öyle ki “kendini bilme” yalnız şahıslarda hapis kalmasın, bir ilim olarak gelişsin ve yayılsın. Buradan bilimler doğsun. Zaten Hz. Peygamber, diğer İslam âlimleri veya filozofların “kendini bil” demeleri bir şahsın yalnız kendini bilmesiyle sınırlanabilir mi? “Kendini bilme” insanlığı bilmeden tamamlanabilir mi? İnsanı bilmeden ona hizmet edilebilir mi? Yani “kendini bil” yargısı kendini, içinde yaşadığın insani çevreyi, şahs-ı manevi olarak bir topluluğu veya toplumu ve bir bütün olarak insanın kendi cinsini bilmesini gerektirmez mi? Yaratanı iyi bilmenin yolu da O’nun yarattıklarını bilmekten geçmiyor mu?
Dolayısıyla, gençlerimiz niçin yaratıldıklarını bir kere daha düşünmeli ve o ezeli gayeden kendilerine bir vazife, bir rol çıkarmalıdırlar. İşte o zaman yıllarca “Ben ne yapabilirim?” diye bekleme sıkıntısından kurtulur, bu uğurdaki gayretlerinden yani hayatlarından haz almaya başlarlar.
Mehmet EVREN
[i] Sözler, Söz Basım Yayın, İstanbul, 2006. S. 937
Resimler:
– Yollar: Ahmed Sahidov: arsiv.indigodergisi.com
– İqra: rahmetyagmuru.wordpress.com
– Tasarım: Gülizar Nur AYDIN
– Terazi: www.islamiforum.net
6 Comments
onlinepharmainfo.com
6 Haziran 2016 - 16:36Siz neden dogru olan bir seyi yamultmak istiyorsunuz ki? Sozel anlam?yla da, mecazi anlam?yla da, hicbir egiticilik kokusunun uzerine sinmesinin mumkun olmad?g? bu sozu c?kar?n at?n hayat?n?zdan. Hic degilse cocuklar? bu yanl?sa alet etmeyin. Ana- babalar?n, egitmenlerin gorevi dosdogru buyuyen insan? ve tabiat? egitmek, yamultmak olmamal?d?r. Beni bag?slay?n.
Rabia Gümüş
13 Ocak 2016 - 06:04Yorumunuzun başında alıntı yaptığınız kaynak (Aclunî’nin KeşfülHafâ kitabı), yazarın zayıf hadisleri ele aldığı bir kitaptır. Yani Buhari, Müslim gibi hadislerin toplandığı bir kitap değildir. Hadisi şeriflerde rivayet zinciri(sened) ve hadisin metni(kendisi) önemlidir. Rivayet zinciri Peygamber’e ulaşmıyorsa veya bu hadisi rivayet edenlerin doğruluğundan veya hafızasından(unutkanlık olup olmadığından) emin olunamıyorsa problem teşkil ediyor. Bu bahsettiğimiz (Kendini bilen Rabbini bilir) sözünün ise metninde değil ama rivayet zinciri Peygamber’e ulaşmıyor. Böyle durumlarda hadis diye bahsedilen sözün ashabın, salihlerin sözü veya (iyi ya da kötü amaçlı olarak) uydurulmuş olması muhtemel. Kısaca hadisi şeriflerin doğruluğu keşif ile tespit edilemez. Keşiflerin doğruluğu tartışılabilir. Kuran ve sünnet gibi mutlak doğru değildirler (Allah ve Rasulü’nden başkasının sözü kabul edilir veya reddedebilir).
Benim itiraz ettiğim konu “İnsanın kendini bilmesi ve görevleri” başlıklı yazınız değil, bu yazınızda hadisi şerif olarak geçen söz. Yukarıdaki sebeplerden ötürü tekrar söylüyorum: Bu söze dayanarak konuşmayı ihtiyatlı bulmuyorum.
“Biz ayetlerimizi hem afak(ufuklar/dış alemler) hem de nefislerinde ona göstereceğiz……” (Fussilet 41:53) ayetiyle bakışımızı hem nefislerimize hem de kendimiz dışına çevirebiliriz[ayrıca bkz. 2:164,3:190-191, 49:13 vb.].Hasılı kelam; insan/ hele de müslüman gaflette olmamalı. Allah’ın ayetlerini bizzat nefsinde, çevresinde ve evrende müşahede ederken yalnızca seyretmek ile yetinmemeli. Bunlardan müslümanca istifade edebilmeli ve istifade etmenin yollarını aramalı.
Gözlemlediğimiz üzere; ibadetlerin bir şekle veya kurala bağlı ameller(namaz, hac, oruç, zekat) ile kısıtlanıp doğruluk, emanete hıyanet etmeme, sözünde durma, güzel ahlakı önemsememesi, ahireti boşlayıp sadece dünyevi uğraşlar edinmesi ya da aksine dünyayı boşlayıp sadece uhrevi alanda çabalaması, Allah’ın dininin hakim olmasını arzulayıp bunun için kayda değer bir çaba sarfetmemesi(ağzıyla söylediğini eli-ayağıyla yalanlaması) yeryüzü halifesinin bulunacağı hal ve davranışlardan değildir.
Mehmet Evren
16 Aralık 2015 - 10:51“Kendini tanıyan Rabbini tanır.” “Men arefe Rabbeu fekad arefe Rabbeu” ile ilgili biraz bilgi toplamaya çlıştım sizlerle paylaşmak istedim.
“Men arafe nefsehu feqad arafe Rabbehu” Yani “Kendini tanıyan Rabbini tanır” [el-Aclunî, Keşfu’l-Hafâ, 2, 262; Ayrıca bkz. Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili, 8, 5817, Sadeleştirme, 9, 205 ]
Bu hadis-i şerif, evliyaullah’ın keşfiyle sabit olan hadislerdendir. “Edebu’d-din ve’d-Dünya”da da benzer bir hadis-i şerife yer verilmiştir.
Yunus Emre’nin ‘Candan Geçmeden’ adlı şiirinde geçer:
“Men arefe nefsehu dersin, evet değilsin
Melâikten yukarı seyran arzu kılarsın”
Niyaz-i Mısrî de Divan-ı İlahiyat’ında;
“Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu’
Nefsini sen bilmedin Sübhânı arzularsın” der.
Şeyh Galib ise;”Hoşça bak zâtına ki, zübde-i âlemsin sen” der.
Zahiri ilim erbabı arasında bu sözün hadis olmadığını söyleyenler olmuştur. Hatta ‘Hz. Ali’nin (r.a.) sözü olduğunu söyleyenler de vardır. Ama Muhyiddin İbn Arabî, İmam-ı Rabbanî Ahmed Farukî, Süleyman Hilmi Silistrevî (kaddesalluhu esrarahum) gibi tasavvuf erbabı, sözlerine itibar etmeyi daha çok tercih ettiğimiz pek çok Allah dostu, âlim, ârif ve fâzıl zatlar, “Men arafe…”nin keşfen tesbit edilmiş bir hadis-i şerif olduğunu söylemişlerdir. Bizim bilgi ve inancımız da onların açıklamaları doğrultusundadır.
***
“Nefsini bilen/tanıyan Rabbini tanır/bilir” hadis-i şerifini İbn-i Arabî (k.s.) hazretleri ise şöyle açıklamış: “Her insanda bir ‘İlahi bir isim’ daha çok tecelli etmektedir. İnsan, ancak bu ismin tecellisi nispetinde nefsini bilebilir.” Demiş. Yani insan, İlahi isimlerden insandaki tezahürü ölçüsünde Rabbini bilir. Rabbin Zât’ı bilinemez.
Bu konuda Rasûlullah (a.s.m.) Efendimiz şöyle buyurmuşlar: “Allah’a şükrü ve hamdi düşünün. Allah’ın zâtını düşünmeyin!” “Allah Teâlâ’nın mahlûkatını düşünün. Allah Teâlâ’yı (zâtını) düşünmeyin!” (Muhammed Nâsıruddin el-Albânî, Sahihu’l-Câmi, Hadis no: 2975-2976; Ayrıca bkz. Ebu Nuaym, Hilye; Tabaranî, el-Evsat; Beyhakî, Şuabu’l-İman; Elbanî, Sahiha)
Ziya Paşa’nın “İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez. Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.” Nefis, Yüce Allah’ı ve isimlerinin bilinmesinde bir anahtar görevini görür.
Mehmet Evren
10 Aralık 2015 - 08:12İnsan, anlam yüklü çok kapsamlı kabiliyet ve yeteneklerle donatılmış bir varlıktır. İnsana verilen bu kabiliyet ve yetenekler, birer çekirdek gibidir. Yerinde ve zamanında kullanıldığı takdirde maddi ve manevi çok büyük gelişmeler netice verir.
İnsana verilen her bir istidat ve yetenek, dünya ve ahiret saadetini kazanmak için verilmiş birer emanettirler. Emanet olarak verilen bu duyguların yönü, eğer ahirete çevrilse manen gelişerek en yüce makama çıkabilir. Nefis hesabına kullanıldığında emanete hıyanet cezası olarak ona “Cehennemin kapılarını açacak çirkin bir surete çevirir” büyük bir zulüm ve haksızlık yapar.
İnsan verilen bu kadar değerli yetenekler imtihana tabi tutulmak için belli bir sınır konulmamıştır. Diğer varlıklara bu istidatlar verilmediğinden, böyle bir imtihana tabi tutulmazlar. İşte Cennet ve Cehennemin varoluş sebebi, insanın kendisine verilen bu yetenekleri iyiye veya kötüye kullanmanın bir sonucudur.
Çünkü insanın asıl mahiyeti, yani aslı, esası ve hakikati bu kabiliyetleri yerinde kullanarak gelişme, yükselme ve yücelmeyle geliştirmektir.
Rabia Gümüş
5 Aralık 2015 - 16:02Yukarıda hadis olarak yer verdiğiniz “Kendini bilen Rabbini bilir” sözünün hadis olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır. Bu sebeple bu söze dayanarak konuşmakta ihtiyatlı davranıyorum.
“Gerçekten Allah, kendi nefis(öz)lerinde olanı değiştirinceye kadar bir toplulukta olanı değiştirmez. ” (Rad 13:11) Burada Allahın o toplumu değiştirmesinden önce bireylerin bu değişime meyletmesi maddi manevi yönden hazırlanması var. Bu da bireylerin halihazırdaki durumlarından silkinmesi, yaptıklarını sorgulaması, kastettikleri değişim yönünde harekete geçmelerini gerektirir.
İfade ettiğiniz gibi insana ve yaratılışa dair ilimlerin gelişmesi gerekir. Böylece istenilen değişimin yasaları ortaya konulsun,bu yasalara riayet ile değişim meyvelerini versin.
Yine söylediğiniz gibi gençlerimiz -bence tüm bireyler- niçin yaratıldıklarını bir kere daha düşünmeli ve o ezeli gayeden kendilerine bir vazife, bir rol çıkarmalıdırlar. İşte o zaman yıllarca “Ben ne yapabilirim?” diye bekleme sıkıntısından kurtulur(lar)… Değişim sürecine katılarak akıntıya kapılıp giden yığınlardan olmazlar.
Rabia Gümüş
4 Aralık 2015 - 15:03“Gerçekten Allah, kendi nefslerinde (özlerinde) olanı değiştirinceye kadar bir toplulukta olanı değiştirmez.” (Rad 13:11)
Burada Allah’ın o toplumu değiştirmesinden önce bireylerin bu değişime meyletmesi maddi manevi yönden hazırlanması var. Bu da bireylerin halihazırdaki durumlarından silkinmeleri, yaptıklarını sorgulamaları, amaç edindikleri değişim yönünde harekete geçmelerini gerektirir.
İfade ettiğiniz gibi, böyle toplumlarda insana ve yaratılışa dair ilimlerin gelişmesi gerekir. Böylece istenilen değişimin yasaları ortaya konulsun,bu yasalara riayet ile değişim meyvelerini versin.
Yine söylediğiniz gibi gençlerimiz -bence tüm bireyler- niçin yaratıldıklarını bir kere daha düşünmeli ve o ezeli gayeden kendilerine bir vazife, bir rol çıkarmalıdırlar. İşte o zaman yıllarca “Ben ne yapabilirim?” diye bekleme sıkıntısından kurtulur(lar)… Değişim sürecine katılarak akıntıya kapılıp giden yığınlardan olmazlar.