HAYAT TARZI İNŞA ETME: İyiliği yayma evrensel ilkesinden nasıl yararlanırız?

1 Comment 3928 Views

Her dünya görüşü yaşayabilmek için hayat tarzı haline gelmek ister. Her hayat tarzı da inşa edilmeyi gerektirir. İnsanlar, içinde hayat bulacakları bir yaşam tarzı ve ondan doğan bir dünyalarının olmasını istiyorlarsa onu inşa etmeliler. Kendi dünyalarını kuramayanlar başka bir kültür ve medeniyetin yaşam tarzına mahkûm olurlar. Dedelerimizin tesis ettiği bahçeden uzun süre meyve yiyemeyiz. Şimdi yaptığımız gibi Batıdan veya atalardan alınanla daha fazla ileri gidilemeyeceği gibi başkasından alınanla yaşamanın bedeli ağır olur.

Bir hayat tarzı çeşitli yol, yöntem ve yaklaşımlarla inşa edilebilir. Ahlâk, ilim, sanatlar, siyaset, savaşlar, hatta sömürgecilik bile bu yollardan birkaçıdır.  Her medeniyetin kendi kaynaklarında iyiliği yayma yolları vardır. İçinde yaşadığımız İslam Medeniyeti için bir dünya inşa etme veya hayatı yenileme yollarından biri “İyiliği yayma” ilkesinden çıkarılacak yoldur.[i] Çok kişinin bildiği bu ilke, bir hayat tarzı inşa etmek için beraberinde zengin bir metodoloji, etkin bir inşa usulü getirmektedir.  Öyle ki, doğruluk, adalet, güven, insanın canının ve malının korunması, erdemli olmak, ümitli olmak ve hayatını başkalarına adamak… gibi değerler arasındaki yeri oldukça ön sıralardadır. Çünkü “İyiliği yayma” bu değerlerin çoğunu bünyesinde toplamaktadır. Öyle ki, erdemli insan yetiştirme veya böyle bir toplum inşa etmenin anahtar değerlerinden biridir. Zira bütün bir hayat oyunu “iyilik” ile “kötülük” kutupları arasında kalan sahada oynanmaktadır.

İçinde hayat tohumları taşıyan bu temel ilke günümüzde, ne yazık ki, “yap” yahut “yapma,” hatta daha çok “yapma!” nidâsını hatırlatan yasakçı bir zihniyetin elinde dönüşmüştür. Bu yeni kimliğiyle aslında insanlığın yararlanabileceği bir yol olmaktan çıkmış, “başkasının hayatına müdahale aracı” haline gelerek uygulanması zor, ihmal edilmesi kolay ve kolayca yüz çevrilebilir duruma düşmüştür. Öyle ama neden?

Belki bu evrensel ilkenin arkasında yatan gerekçenin unutulmuş olmasından. Zira bir ilkenin halka teklif edilebilmesi ve hiç değilse çoğunluğun ona inanması için haklı bir gerekçemizin olması gerekir. Niçin, iyiliği yayalım? 

Bu ilkeye, “Niçin”i dikkate alarak üç nokta-i nazardan bakabiliriz:

1-Kimileri bu kuralı, bir inanç nüvesi olarak, hiç sorgulamadan kabul eder, ona göre davranmayı yeterli bulur. Ne var ki, böyle bir bakış açısı uzun dönemde çok zaman iyi sonuç vermez. Zira bir şeyin sebebini bilmeyen o işte fazla ileri gidemeyeceği gibi, “niçin”i bilmediğinden, giderek yapmakta olduğu işin câhili hâline gelecek ve eşyanın tabiatı onu durduracaktır. Bu evrensel ilkenin bugün yaygın kabul görmemesinin önde gelen sebeplerinden biri bu olmalıdır.

2-Her bireyin, şahsi hayatında inançları ve amelleriyle iyi bir insan olması beklenir. Ancak insanın sadece kendisini ilgilendiren durumda iyi olması yetmez. Çevresine ve dış dünyaya karşı da iyi emeller taşıması ve dışarıya dönük işlerinde ve ilişkilerinde iyilikle hareket etmesi beklenir. Mesela kendisi için faydalı ve iyi işler yaptığı gibi yakınları, hatta kendisini saran dünya için de iyi ve yararlı işler yapması ve o dünyaya dokunacak kötülükleri önleyici tutum ve davranış içinde olması umulur.

3-Bir varlığın organizma olabilmesi organlarının, toplumun toplum olabilmesi de üyelerin her birinin görevlerini yerine getirmelerine bağlıdır. İyilik içinde (erdemli) yaşayan bir toplumda, bireylerin bir kısmı şahsi hayatını idame ettiremiyor veya topluma karşı görevlerini yerine getiremiyorsa, bu durumdan diğer üyelere belli bir sorumluluk düşer. Bu bakımdan toplumun üyesi her birey, kendisi dışındakilerin şahsi hayatlarını yaşaması ve ortak yaşama katkısını yapabilmesi için yardımcı olur. Bu yönüyle bireyler karşılıklı sorumluluk içinde yaşar, birbirlerinin eksiğini tamamlar, birbirlerinin velisi ve yardımcısı olurlar. Bu sorumluluğu duyabilmesi için insanın “öteki”nin acısını ve eksiğini duyabilmesi gerekir. Yardımlaşma, ara bulma, bir insanın diğerini zarardan koruması, kötülük ve tehlikeye karşı uyarması, komşuluk görevi, infak etme, kamu yardımı ve desteği gibi davranış ve kurumlar bu sorumluluk doktrininden doğar. Bu itibarla ve önleyici bir tedbir olarak, ideal bir toplumda bireysel ve sosyal hayatın devamı için iyiliklerin kolaylaştırılmış ve yaşar halde tutulması; kötülüklerin ise zorlaştırılmış veya men’edilmiş olması gerekir. Bu rejimi kuracak olan da o toplumun kendisidir.

community building ile ilgili görsel sonucu

Böylece üyeler birbirinden sorumlu olur ve bu sorumluluk birey ve topluluklara ödevler yükler, yeni insan ilişkileri geliştirir. Bu kabullenme toplumda yaygınlaşarak mutabakat haline gelmişse o toplum bunun rejimini düzenler, daha da ileri gidildiğinde bu ilişki biçiminin orada hukuk haline gelmesi, yönetime yansıması hatta yönetimi dönüştürmesi beklenir. Bu anlayışın bir sağduyu geliştirmesiyle “iyi” ve “kötü”ye karşı bilinçli bir tutum ve davranış şeklinin ortaya çıkması beklenir.

Diğer taraftan, kötülükler artıp sonunda herkesi etkileyebilecek duruma gelebiliyorsa, onlara karşı önceden iyilikleri yayarak tedbir almak da toplumun hakkıdır. Mesela uyuşturucuların zarar verecekleri bilindiğinden, toplum içinde yayılması beklenmez, gerekli tedbirler önceden alınır.

Ne var ki, iyilik ile kötülük her zaman kolay ayırt edilebilir halde bulunmazlar. İyilikler bir tarlaya arpa-buğday ekmeye benzetilecek olursa, kötülükler de onların ekildikleri toprakta bitecek zararlı otlar gibidir. Kötülükler, tohumla gelebilir, topraktan yahut araziden kaynaklanabilir. Onun için arpa-buğday devamlı bakım (sulama, çapalama, gübreleme) isterken, zararlı otlar da sürekli ayıklanmayı ve onlarla savaşı gerektirir. Yoksa tarlayı sarar, faydalı olanların büyümesine engel olur, toprağı bile bozarlar.

İyiliği yayma (Emr-i maruf) ilkesini hayat tanecikleriyle dolduran ve dinamik kılan şey nedir?

Öncelikle bir inşa veya yenilenme (reform, ihya) hareketine kin, nefret, intikam, öç alma, aşağılık kompleksi yahut üstünlük duygusu öncülük etmemelidir. Aynı şekilde var olmaya başka bir kültüre veya millete yahut kendi milletinin geçmişteki bir zamanına benzeme arzusu ve onlar gibi olma dürtüleri değil, evrensel insani değerler hayat vermelidir. İdeal bir toplum için merhamet, adalet, entelektüel merak, öğrenme isteği, gelişme arzusu, başkalarına yararlı olma, bunun için maddi-manevi değer üretebilme, yetimi-yoksulu-güçsüzü esirgeme, insanın yaratılış maksadını, fıtri özelliklerini ve onurunu koruma ve gelişmesi için gerekli şartları hazırlamak gibi ulvi değerlerden yola çıkmak gerekir.

Kimi durumlarda bir milletin hayatındaki tarihi şahsiyetlerin, kültürel varlıkların veya eserlerin “değer” olarak isimlendirildiğini görmekteyiz. Bu adlandırma, temel insani değerlerin farkında olmamaktan veya terminoloji fakirliğinden kaynaklanıyor olsa gerektir. Zira hiçbir zaman yardımsever bir kişi merhametin yerini, kahraman biri kahramanlığın hakkını, doğrulukla hareket eden biri bizatihi doğruluğun yerini alamaz. Bu durum biraz da milliyetçiliklerin, tarihlerinden geleni önceleme arzusundan kaynaklanıyor olabilir. Zira hemen bütün ülkelerde İslam ve milliyetçi değerler bir taraftan paylaşım içinde, diğer taraftan öncelik, hatta rekabet içindedir. Onun için yukarıda saydığımız üç grup varlık, temel değerlere rakip olarak kabul edilemez. Bu kıymetli miras, ya başka bir isim verilmeli ya da  “değer” olarak adlandırılacaksa ancak temel insani değerlerden sonra, belki ikincil, üçüncül değerler seti olarak isimlendirilebilir.

Şimdi de iyilik değerlerinin uygulamalarından nelerin doğabileceğine bakalım: Yukarıda bahsettiğimiz değerlerin insanın faydasına ürünler ve eserler doğurması ve yeni yollar açması beklenir. İnsana yararı olan ilimler, yeni infak etme şekli, komşulukta yeni ilişkiler, insan dostu bir yol, o yol üzerindeki bir yaya geçidi, bir merdiven basamağı, bir tane olsa bile alet veya makine icadı, iletişim yahut toplantı tekniği, yaşam tarzına uygun bir ev veya pencere tarzı yahut sokak mimarisi, araba kullanma yahut kemer takma adeti gibi… Yani bir inşa hareketi hayatın bütün usullerini ve unsurlarını kapsar… Böylece insanın hayatını meşru yoldan kolaylaştıracak ve ileri götürecek her söz, tez, davranış, adet, alet, teknik, teknoloji, model ve sistem insanlara iyilik ve kolaylık getirmelidir. Böyle olmakla, “iyilik”ten yararlanmak ve insanları yararlandırmak isteyen herkes için hayatı başından sonuna kadar şekillendirecek, hatta sıfırdan inşa edecek geniş ve uzun bir yol açılmış olur. Bu yol boyunca inşa edenin rehberi şu olacaktır: İnsan fıtratına, İlahî adalete uygun olan bir şey iyiliktir ve teşvik edilmelidir. Fıtrata aykırı olan, insanın, hayvanın, hatta tabiatın tabiatını bozan ise kötülüktür ve önlenmeli, en azından zorlaştırılmalıdır!

Burada bir itirazınızı duyar gibiyiz: Günümüz özgürlük anlayışı buna izin verir mi? Elbette vermez! Zira bir kültür veya medeniyet, kendisi için inşa ettiği bir sistemi delmenize izin vermeyecektir! Bugün Kapitalist sistem denen o düzen, bireyin istediğini yapması üzerine kurulu olduğu gibi varlık tasavvuru da bu dünya ile sınırlıdır. İnşa eden de kötülüğü uzaklaştırmakla, o yaşam biçimi içinde kötülükler varsa ortadan kaldırmak isteyecektir! Onun için de, kimi değerlerini ortadan kaldırmak istediğiniz sistemin size izin vermesini beklemek beyhude olur. O halde ne yapmak gerekir?

İyilik için çalışan, yapmak istediği şeyle birlikte, belki ondan önce, zamana uygun şekilde bir ilerleme ve özgürlük anlayışı geliştirmeli ve yapacağını bu iklimde yapmalıdır. Yani önce kendisine ait olmayan bir arazide bir alanı genelin iskânına, imarına açacak, yapacağı evi daha sonra bu alana inşa edecektir. Böylelikle önden giden, bu atmosferi geliştirmekle yalnız kendisine değil, aynı zamanda başkalarına da çalışma imkânı getirmiş olacaktır. Bugün moda, trend, zaman (bir şeyin zamanı), rüzgâr (rüzgârı arkasına alma) ve temâyül oluşturma denilen bir koridor açması gerekecektir.

Ne var ki, burada da günümüz insanının işi oldukça zordur! Çünkü böyle alanlar genellikle felsefi tezler, teoriler ve fikir akımlarıyla açılır. Hâlbuki günümüz Müslümanları, aralarında düşünenleri yok ederek insana hayat verecek fikirler geliştirme alanlarını daraltmış, düşünce hayatını kurutmuş, bunun sonucu işlerini zorlaştırmış durumdalar! Öyle ki, yeni bir şey söyleyen, yalnızlaştırılıyor, hatta bazen adeta “aforoz” ediliyor. Bu anlayış sadece düşünen insanlardan değil, İslamın bazı kısımlarından yararlanmayı da zorlaştırıyor. Öyle ki, ibadetler ve bazı ritüeller dışında geriye kalan İslam’dan nasıl yararlanacağımız ve onların ne işe yaradığını bilinmediğinden o kısımlar neredeyse yok sayılıyor. Bu da günümüz toplumunun medeniyet inşa etme kabiliyetini ve yeteneklerinin gelişmesini sınırlıyor. Ne olursa olsun yılmamak ve yukarıda bir kısmını saydığımız değerlerden hareket ederek yaşam dinamiklerini tekrar harekete geçirmenin yollarını aramak gerekir.

Bu yol üzerindeki diğer tartışma konusu ise kötülüğün devlet tarafından önlenmesi tezidir. Bu yaklaşım, kötülüklerin önlenmesinde yegâne rolü devlete yüklerken iyiliğin ne olacağını pek de hesaba katmaz. Bir de devletin bütün kötülükleri önleyebileceğini, yine devletin kötülükleri önleme adına her yaptığının iyi ve doğru olduğunu varsayar. Bir şeyin bireyler tarafından olduğu kadar birden fazla kişi tarafından, kuralları belirlenmiş ve örgütlü olarak yapılması elbette iyi bir fikirdir. Devlet de kabul görmüş bir örgütler örgütü olduğuna göre böyle bir teze ilke olarak karşı çıkmak doğru değildir. Ancak her şeyin devlet tarafından tanımlanması, uygulanması, denetlenmesi, yapılmaması gerekenin yine devlet tarafından önlenmesi pratik olarak mümkün olmadığı gibi devlete sonsuz bir güç ve ömür yüklemek olur. Gerçek hayatta bu mümkün değil.

Diğer taraftan bu tez, toplum olmanın tabiatını bozar. Zira her şeyin devlet tarafından yapılması, bireyin veya toplumun rolünü yok saydığından sosyal gerçeğin (toplumsallığın) inkârı anlamına gelir. Bu durum bireyin iradesini yok saydığından melekelerinin gelişmesini önler. İnsanı, giderek umursamaz kılar. Bu yaklaşım, komünizmle denenmiş ve başarısız olmuştur. İnsanın sorumluluğunu yok sayan herhangi bir görüş, hem yaratılış misyonuna aykırı, hem de insanı toplumsallığın etken öznesi olmaktan çıkarır, edilgen nesnesi durumuna düşürür. Bu konuda son olarak şunu söyleyebiliriz: Toptan bir inşa veya bir yıkımı (kötülüğü) önlemede birey ve ondan oluşan sivil topluluklar ile devlet arasındaki iş bölümünün zamanın insanları tarafından akıllıca tasarlanması yararlı olur.

İyilik ve kötülüğe karşı nasıl davranmalı ki, insanın çabası inşaya dönüşebilsin?

İyiliği yerleştirmek bir inşa işidir. Onun için inşa ve imar ederken plânlamanın, tasarımın, icra etmenin (uygulamanın), ekim-dikimin, hayata geçirmenin bütün incelikleriyle hareket etmek gerekir. Çünkü bu yolda yapılan her iş, sosyal dokuya atılan bir çentik, toprağa ekilen tohum, toplumsal yapıya konulan tuğladır. Bunları yapabilmek için de bütün sanatları, yol-yöntem ve yaklaşımları, inşa, ihya ve yenilenme metotlarını, kişisel ve sosyal gelişme modellerini öğrenmek, bu alanlarda sürekli araştırma ve keşifler yapmak gerekir. Zira toplumun gerisinde kalmış insanların, herkesin geride bıraktığı yollarla topluma liderlik veya değişim yapması beklenemez. Hele, kendileri muhtac-ı himmet kimselerin, “tebliğ yapıyorum” diye bu işlere soyunmaları abesle iştigal durumuna düşürür. Karpuz çekirdeği ekmesini bilmeyen birinin, kendini insanların üzerinde tebliğe memur etmesi yarar mı getirir yoksa zarar mı verir, iyi düşünmek gerekir.

Kötülüklere hangi yollarla karşı konulabilir?

Şimdi de konumuzun diğer önemli tarafı olan “kötülüğe karşı koyma” şekline bakalım. Önemli, çünkü bu yazının amacı parlak fikirler bularak burada peşpeşe sıralamak değil; evrensel değerlerden yola çıkarak fikirler geliştirmek ve insanın yararına yapıcı, inşa ve imar edici davranış modelleri aramaktır:

Kötülüğe karşı standart davranış şekli çok kişi tarafından bilinir. Mesele, duruma göre, doğru davranışı, doğru yerde, doğru zamanda ve uygun yaklaşımla uygulama iradesini gösterebilmekte yatmaktadır.

Öncelikle kötülüğü fiilen, yani elimizle, bu mümkün değilse dilimizle, bu da mümkün değilse ve hiç değilse kalbimizle tavır alarak (buğz ederek) önlemeye çalışmak gerekir.[ii]  Fiili davranma bireysel, toplumsal veya örgütlü şekilde olabilir.  Dil ile olan ise ses, söz, yazı, yayın ve medya ile resim-şiir-mizah yahut dijital san’atlarla; toplantı, yürüyüş ve mitingler vs ile olabilir. Buğz etmekle de yapılan kötülüğü onaylamadığını, kötülüğe katılmadığını lisan-ı hal ile göstermek ve genel ölçülerden şaşmadan ve duruma uygun bir tutum ve davranış geliştirmelidir.

Elbette bahsettiğimiz kötülüğü önleme tedbirlerinde hiyerarşik bir sıra vardır: İnsanın eliyle (fiilen) kötülüğü önlediği durum en üstünü, kalbi ile karşı koyması da en düşük derecesidir.  Kötülüğe hiç “ilişmeyen”in durumu ise herhalde ona ortak olmak gibidir! Zira insanlar bir işten zarar görürken, bu durumu ve ondan kaynaklanan sıkıntı ve acıları görmemeyi açıklamak oldukça zordur.

İnşa etmenin diğer unsuru ise, insanın sözleriyle davranışları arasındaki uyum ve tutarlılıktır. Sözlerimiz ile eylemlerimiz arasındaki uyumsuzluk, kolaylık yerine yol üzerindeki engellerden biri haline gelir:

Bir insan düşünün; ağzı, sürekli başkalarını tenkit etmekle dopdolu ama kendisinin bir tek düzgün işi olmasın! Ayrıca kimileri de vardır ki, bütün hayatı boyunca bir tek işte bile, “Bu yaptığın yanlıştır!” “Şunu şöyle yapamazsın!” yahut “Bu işi yapmaman gerekir,” hiç değilse, “Şunu yapmaman senin için daha iyi olur” gibi tek söz bile etmemiştir! Böyle birinin insanlar üzerinde etkin olması düşünülemez. Bu bakımdan; inşa etmek, emr-i maruf (iyiliği yayma) ilkesini hakkıyla idrak etmek, idrak edilenin insanda farkındalığa yol açması ve sorumluluk yüklemesi, bunların da kişide “iyi olanı” yapma isteğini uyandırması gerekir. Bu da işi yapacak olanda bilgi, birikim ve iradenin gelişmiş olması ihtiyacını doğurur. Ayrıca bugün, burada kötülüğü önlemezse, o kötülüğün gelecek bir zamanda, daha da büyüyerek topluma döneceği öngörüsünde bulunabilmelidir. Eğer kişi iyilik ve kötülükle olan ilişkisinde ölçüyü gözetebiliyorsa, bütün bunlar birbirlerinden güç alarak kişiyi aklı, vicdanı ve sağduyusuyla kötülüğü önlemekte ve iyiliği yaymakta makul eyleme zorlayacaktır.

Biz bu yazıda, insanlar “şöyle yapsın” yahut “böyle etsin” demiyoruz. Tezimiz, bir coğrafyanın veya devrin insanları o iklimde kötülüğü önlemenin, iyiliği yaymanın yol ve yöntemlerini bulmakla mükellef olduklarıdır. Bu yolda meskenet mazeret yerine geçmez, üç maymunu oynamak işe yaramaz. “Bana ne, bize ne” yahut “aramız bozulmasın” diye, mesela bir haksızlığa sesini çıkarmamak, sonra da olanı sohbetlerde gıybet macunu yapmak yahut gazetede-televizyonda hikmet, hakikat gevezeliğine malzeme yapmakla kötülük önlenemez! Hatta bazen, kötülük tam da bu yolla yayılır. Zira “Bâtılı iyice tasvir, sâfi zihinleri idlâl eder dalâlete götürür” diye bir kural vardır. Herhalde yazı ve konuşmalarımızda şu ölçüyü gözetmek gerekir: Tespit, sebep-sonuç arama, (gerekiyorsa) ölçülü bir tenkit ve çözüm önerileri sunmak.

Bir kötülük düzeninin uzun süre devam etmesinde muhakkak ki yıkım (felâket) vardır! Kötülüğün yaygın olduğu bir iklimde nemelâzımcılıkla, korkaklıkla, sözü dolandırarak savaşılmaz! Neyh-i münker yapıyorum diye türkü söyler gibi yazı yazılmaz, yayın yapılmaz! Tebliğ yapıyorum diye, “gül”ün, “bülbül”ün arkasına saklanılmaz! Bunu demekle estetik, san’at ve edebiyatın gerekliliğini inkâr etmiyoruz. Bilakis, iş san’atlara gelince, bu yolda insan yeteneklerinin geliştirilmesi ve kullanılması için bütün imkânlar hazırlanmalı ve insan kabiliyeti bütün güzellik,  incelik ve zarafetiyle eşyada tecelli etmelidir! Ne var ki, etraflıca düşünüldüğünde, günümüzdeki yazı-çizi hayatımızla gerçek hayat arasındaki uçurum insanı korkutmaktadır!  Çok zaman yaşanan sorunlara dokunmayan ve kimin uygulayacağı belli olmayan “tebliğ” yahut “hizmet” yazıları, zevk almak için yazılıp, haz vermesi için okunmaktadır!

İnsanlığa hizmet etme niyetini taşıyan, “imar etme” ile “tebliğ yapma”yı ayırt edebilmeli; “tebliğ yapma” ile “propaganda etme” arasındaki farkı görebilmelidir. Sorumluluk, her ikisi arasında seçimi gerektirir. Zira Allah (C. C.) “yeryüzünden yarattığı” insanın yine “yeryüzünü imar etmesini” [iii] istemektedir. İmar etme ile propagandacılık arasında kıyas kabul etmez fark vardır. Hele tebliğ, ideolojik propaganda seviyesine düşürülmüş ise. Bu gerçekle kıyaslandığında, “imar etme” adına taş üstüne taş konmazken, ezber, taklit ve tekrarla tebliğ yapmak ataleti, tembelliği, taklitçiliği ve laf cambazlığını yayar ve insanı gerçek hayattan uzaklaştırır. Bir hanım kızımızın şu sözü, sosyal medyada, “İslama hizmet” adına yapılanların dışarıdan nasıl göründüğünü özetlemektedir: Bazıları sosyal medyada ayet ve hadis kopyalayıp yapıştırmakla dine hizmet ettiklerini sanıyor. Ben de Google Eearth’te Kâbe’nin etrafında döneyim de hacı olayım bari!

Davet etme ve sakındırma kesin olmalı çünkü işin ucunda bir topluluk veya toplumu kaostan, karışıklıktan, fitne ve fesattan hatta felâketten koruma vardır. Zira bu yapılmadığı takdirde “Allah’ın kendi katından” emr-i maruf, nehy-i münker görevini yapmayan toplumun üzerine “bir azap göndereceği” açık olarak haber verilmiştir![iv] Bu, dini bir norm olduğu kadar anlaşılması zor olmayan sosyal bir yasadır. Bu yasayı daha kolay anlayabilmek için, toplumun küçük bir modeli olan aile hayatı üzerinden örnekleyelim:

Bir ailede kazandığından fazlasını harcayan, üstüne bir de diğerlerinin hakkını yiyen, ailenin diğer fertlerinin getirdiğini kumar ve eğlencelerde heba eden, onun üstüne kapıya alacaklı getiren bireyler olduğunu düşünelim. Bir de komşusunun hakkını gözetmeyen, uyuşturucu müptelası yahut yeni nesilleri bu kötülüklerden korumayan, ticaretinde çalıp çırpan yahut diğer bireyler tarafından çalıp-çırpaya zorlanan bireylerin söz sahibi olduklarını varsayalım. Kötü işleriyle “kapıya başkalarını getiren,” ailenin adını, şerefini lekeleyen üyelerin var olduğunu kabul edelim. Diğer taraftan bütün bu yanlış, zararlı, kötü ve çirkin işlerden uzak duran ve bunlardan doğan zararları kapatmak için didinen bireylerin hallerini gözümüzün önüne getirelim ve kendimizi onların yerine koyalım. Böyle bir ailenin huzur bulması ve düzenlerinin devam etmesi mümkün olabilir mi?

Kötülüğün arttığı ve önlenmediği toplumların hâli de bu aile gibidir. Öyle ki iş ileri gidip, haddi aştığında ve yaptıklarının karşılığı kendilerine döndüğünde, o toplum Allah’ın, kendilerinden azabı kaldırması için yalvarsalar bile “isteklerinin kabul edilmeyeceği” İlahi bir kural olarak haber verilmiştir! Zira taş yokuş aşağı yuvarlanmıştır, artık insan üzerinde hâkim kılınan kanunlar işlemektedir!

Kötülüğü yok etme ve iyiliği yerleştirme doğru yapıldığında ve bir kimlik yapacak kadar sürdürülebildiğinde, inşa edici bir tabiat kazanır. Kuralları, ilkeleri ve normları ortaya çıkmaya; yolları ve yaklaşımları oluşmaya ve usulleri gelişmeye başlar. Bu oluşum ve kaideler nesilden nesile sadece aktarılmaz, aynı zamanda geliştirilir. Bütün bunların uyum içinde birikimiyle de her birinden bir bilim dalı doğar. Vakta ki; bir nesil maruf ve münker ilkesine göre çalışmak istediğinde, sadece ilkeyle ilgili emirleri tekrarlamakla kalmasın, bu konuda yapılmış keşifleri, bulunmuş yol, yöntem ve yaklaşımları da elinin altında bulsun. Kendisi de zamanın gerektirdiği keşifleri, yenilik ve yaklaşımları araştırsın ve keşifle bulduklarını hazır aldıklarının üzerine koysun.

Emr-i maruf, nehy-i münker ilkesinin içinde tam olarak ne vardır?

Yukarıdan beri saydıklarımızın büyük bir kısmı temel değerlere, usule, metod ve metodolojiye ilişkindi. Böyle devasa bir inşa faaliyetinin içinde olan şeylerin küçük bir kısmını saymak bile sayfalar dolusu yazmayı gerektirir. Biz yine de bir inşa faaliyeti içinde yer alabilecek birkaç grup işi sayalım ve şimdilik bu kadarla yetinelim:

Şehirlerin, şehir hayatıyla birlikte en ücra köşelere kadar imar edilmesi, şehirleşme ve medenileşmenin gerektirdiği davranışların incelikleriyle hayata geçirilmesi. Terkeden kavimlerin sonunu hazırlayan ölçü ve tartıların semt pazarlarına ve insanın zihin köklerine kadar yerleştirilmesi. Mal ve hizmet üretimi ve dağıtımı için verimli ve etkin sistemlerin ahlâk (etik) ilkeleriyle yoğrularak inşa edilmesi, bununla eş zamanlı olarak bireyin hayatında, ailede, işte ve devlet hayatında haksızlığın ve israfın en aza indirilmesi. Hak aramanın üstün değer haline getirilmesi, hak ve adalet terazilerinin hayatın bütün şubelerine yerleştirilmesi. İnsan zihni ve davranışlarının analiz edilmesi, bilimler haline getirilmesi ve bunun üstüne kanun ihdas etme kabiliyetinin kazanılması. İnsan neslinin, aklının ve onurunun korunmasının her yönüyle teminat altına alınması. Özel hayatın ve mahremiyetin evde, işte, hastanede ve bütün iletişim ortamlarında teminat altına alınması ve toplumun denetimine açılması. Mesken masuniyeti ve komşuluk hukukunun bütün iklimde uygulanır hale getirilmesi. Vergi ve zekâtın yerleştirilmesi, yoksul, yetim ve miskinlerin hakkının korunmasının emniyet altına alınması. İnsan iradesini kullanmasını garanti altına alan özgürlüklerin geliştirilmesi ve ve bunları kullanmanın öğrenilmesi. Oluşmakta olan yeni dijital dünya için ahlâkî (etik) değerlerin araştırılması, bulunması ve hayata geçirilmesi…

Bütün bunlar yapılırken, aslında insan kendini inşa etmektedir. Mesela komşuluk ilişkileri üzerinde çalışılan bir faaliyet düşünelim: Yetişmekte olan genç buralarda selamlaşmayı, merhabalaşmayı, başkalarını dinlemeyi ve kendini ifade etmeyi öğrenecek, “yabancı” bildiklerinin -çocukluğunda zannettiği gibi- korkulacak nesneler değil, anne ve babası gibi duygusal varlıklar olduklarını görecektir. Yine dertleşmeyi, güvenmeyi, başkalarını düşünmeyi, yardımlaşmayı görerek ve yaşayarak buralarda öğrenecek; mesela, alışverişten dönen komşusuna yardımcı olma zevkini tadacaktır. Dahası, günü gelince kendisi için mücadele edilmesi gereken bir hayat tarzını yaşayarak öğrenecektir.

İnşa faaliyeti, eğer bu şekilde medeniyet ölçeğinde alınmazsa, herhangi bir alandaki başarıdan kısa süre sonra, temel değerleri yerleştirme teğet geçilecek, belli alanlar (mesela devlet) “hasımlar”ın elinden alındıktan, “düşman” bilinenler “temizlendikten” ve bir-iki yap-çattan sonra yemek vakti erkenden yaklaşır, ganimet saati gelip çatar!

Bütün bu yapılıp edilenlerin en büyük ortak paydası, hatta maksadı ahlâkı (evrensel değerleri), devamında da hakkı ve hukuku, adaleti hayatın içine yerleştirmektir. Bir medeniyet ancak temel insani, ahlâkî değerlerden doğabilir. İyi bir insanın esas misyonu da böyle bir dünya inşa etmektir. Zira devletlerin ve milletlerin bekası için elzem olan hak, hukuk ve adalet de buradan doğacaktır. Onun için de bu değerleri bütün bir medeniyet sisteminin çarklarına yedirmek ve elle tutulanla, kalpte olanı aynı teknede yoğurmak gerekir. 11. Yüzyılda Hasan Harakânî Hazretleri, bu değerleri – kendisinden öncekileri de alıp – bir araya getirerek fütüvvetnâmeleri oluşturdu. Sonra onlarla esnafı eğitme yolunu açarak iş hayatını ahlâkî değerlerle yoğurdu. Bunlarla ahilik kurumunu, onunla da devletin sekiz yüz yıl sürecek ruh omurgasını inşa etti. Bu hamurdan yeni örgütlenme modelleri doğdu, Selçuklu ve Osmanlıya hayat verdi.

19. Yüzyıldan bu yana sosyal-toplumsal yapı taşları, bu topluma yabancı akıllar tarafından, bütün hâl ve hususiyetleriyle birkaç kez yerinden oynatıldı. Toplum, bazen büyük acılarla, çok zaman da yarım yamalak halde yeniden yapılandırıldı. Onun için, bugün, temel insanî değerlerden kaynaklanan ve emin ellerde şekillenip hayata geçirilen yeni ilkelere, ahlâk tüzüklerine, davranış modellerine şiddetle ihtiyaç vardır.  

İyiliği yaymak ve kötülükten sakındırmak için birey ve topluluklar neler yapabilir?

-Başta Çin, Hint, İslam ve Batı olmak üzere bütün kültür ve medeniyetlerde, iyilerin de en az kötüler kadar çaba içinde olmaları bir değer olarak yer alır. Medeniyetimizde ise diğer kültür ve medeniyetlerden çok daha açık şekilde ve üstün bir değer olarak yer almış ve Emr-i maruf-nehy-i münker gibi matematik incelikte formüle edilmiştir. Bu formülde yatan aklı bir dinamik (hareket unsuru) haline getirmek zamanın yeteneğine kalmıştır.

-Birey, bulunduğu muhitte veya işte haksızlığı, rüşvet ve yolsuzluğu, hatta ölçüsüzlük ve kayıtsızlığı kabul etmemeli; sıradan işlerde bile yanlışlık ve eğriliğin, “masum kötü”nün hayat bulmasına kayıtsız kalmamalıdır. Ne var ki, içi boş kavgalar yerine gerekli olanı ve doğrusunu yapmak için çaba göstermeli, bunun için birikimli olmalıdır.

-İslam iklimlerinde kötülük, Müslümanların kayıtsızlığından cesaret almaktadır. Batıda bir kötülük yaptığınızda, Londra’da ihbar edilir, Stokholm’de bir genç, Oslo’da belki bir kadın sizi bakışlarıyla durdurur. Ülkelerimizde ise insanlar bir kötülük gördüklerinde çoğunlukla üzerinden atlamakta, haksızlıkla karşılaştıklarında yanlarını dönmekte, zorlukla yüzleştiklerinde ise etrafından dolanmaktadır.

-Bu iklimlerde, modern zamanlarda, öğrenilmiş bir marifet olarak, zorlaştırmak hüner sayılır hale gelmiştir.  İyi bir insan zorlaştırmaktan kaçınmalı, ihmal etmeden ve yozlaştırmadan kolaylaştırmayı bir hayat tarzı haline getirmelidir.

-Eğer yeni devirler ve toplumun içinde inşa edileceği bir ihtiyaç ve değişim atmosferi yaratılabilirse, o zaman ilkemiz artık “başkasının hayatına müdahale aracı” olmaktan çıkar, yeni bir yaşam tarzını inşa yolu haline gelir. Bu yolu açmak aydınlara, önden gidenlere düşmektedir ama açacakları yeni yollardan bütün insanlar yararlanır.

-Her durumda söylenmesi gerekeni güzelce söylemek gerekir. Bu bize sanatların kapısını açmaktadır. Zira sözü güzelce söylemek veya bir işi güzelce yapmanın yolu sanatlardan geçer. Küçülmüş bir dünyada, söylediğimiz her söz, yaptığımız her işte başkalarıyla kıyaslanıyoruz. Yani istesek de istemesek de rekabet içinde yaşıyoruz.  Onun için söylediklerimizi ölçü ile söylemek gerekir. Kabalıkla iyilik yapılıp yayılmayacağı gibi kötülük de önlenemez. Hatta belki kötülüğün artmasına sebep oluruz!

-İnananlar, din üzerinden gelen evrensel gerçekleri, gelip-geçici olan siyasete yatırmak yerine, insana yararlı olma düşüncesinin ekilebileceği tarlalar olan mahallelerde yaşamalı ve burada iyiliği yayma yollarını aramalıdır.

-Kötülüğün her çeşidini önleyecek ve iyiliği yayacak her yol, yöntem, yordam ve yaklaşımı; metod, metodoloji, teknik ve teknolojileri; bilim, sanat, dil ve edebiyatı öğrenme ve aralarında yayma adetleri geliştirmelidir.  Hâlihazırda düşman bildikleri ümmetlerin pozitif bilimlerini almakta, dinsiz bildikleri kesimlerin sosyal bilimleri üzerinden dünyaya bakmaktadırlar! Evrim kabalığına karşı çıkmak marifet değildir. Gençlerimiz, başka hiç bir şeye bakmadan matematik, astronomi, biyoloji, hatta tarih, hiç değilse psikolojiden başlayarak ve amatör bir zevkle ilimleri inşa etmeye bakmalıdır.

-Kimin uygulayacağı belli olmayan allamelik yazılar yerine, muhatabı, konusu, hedefi ve yaklaşımı belli ve de zamanında yazılmış yazılar yazılmalıdır.

-Hamasetle, insanların ayranını kabartan, gerçekte havasını alıp pasifleştiren konferanslar yerine, gençlerin içinde gelişip serpilebileceği inter-aktif istişare ortamları oluşturmalıdır. Bugün, sözde “konferans”larla yapılan, aslında karşı olunan bir hayat tarzına seyirci yetiştirmektir! İnsanlığın seyirciye değil, değişim yapabilecek kabiliyetlere ihtiyacı vardır.

-Bir meselenin işlenmeyi kabul ettiği zamanlar pek azdır. Bu bakımdan inşa eden, aşka geldiği zaman değil, bir değerin işlenebildiği zamanı bekler veya (fikri yeterse) kendisi gündem oluşturarak iyi olanı teklif eder. Ama konu bir kişinin, grubun yahut yayın organının değil, mümkün olan çoğunluk tarafından sahiplenilmeli ve inşa stratejisiyle işlenmelidir.

– Cemaatler; bir avuç insan için ve sadece inanç, iman ve ibadetler veya saf dini olanı değil, aynı zamanda sıradan insanın yirmi dört saatini dolduracak, ihtiyacını karşılayacak yol ve yöntemlerle hareket etmelidir.

-Gençlerimiz yanlış yapmaktan çekinmemeli, yeni tezler ortaya atmaktan korkmamalı, teoriler geliştirmekten geri durmamalıdır. Zira yanlış yapmak, Allah’ın iyilik yolunda yürüyen kullarına tanıdığı bir haktır. Biz onu insanların elinden nasıl alabiliriz?

İbrahim Akgün

—————————-

KAYNAKLAR

[i] İyiliği yayma, kötülükten men’etme” (Emr-i bi’l maruf, nehy-i anil münker). (Siz, insanlar için ortaya çıkarılan, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan ve Allah’a iman eden hayırlı bir ümmetsiniz. Âli İmrân Suresi-110)

[ii] Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse ona diliyle müdahale etsin. Buna da gücü yetmezse, ona kalben buğz etsin. (Kalben onu reddetsin.) Bu ise îmânî tavrın en zayıf olanıdır. (Tirmizi, Fiten, 11; İbnu Mace, Fiten, 20)

[iii] O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizden yeryüzünü imar etmenizi istedi. (114/Hud Suresi-61)

[iv] “Bana hayat bahşeden Allah’a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez” (Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388)

————————–

TASARIMLAR: Gülizar Nur AYDIN

————————–

GÖRSELLER

-Öne Çıkan Görsel: Ayyıldız Danışmanlık (Teşekkür ederiz) https://www.ayyildizdanismanlik.com.tr/
-Community building (Thank you-Teşekkür ederiz) https://modernmarketingtoday.com/community-building-in-the-public-sector-an-exclusive-qa-with-govloop-founder-and-president-steve-ressler/
-Kukeldash Medresesi (Teşekkür ederiz) http://www.visituzbekistan.travel/sightseeing/tashkent/kukeldash-madrassah/
-Piri Ris Haritası: Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi (Teşekkür ederiz) http://sbe.fsm.edu.tr/
-Medrese: (Teşekkür ederiz) http://www.majlisedawatulhaq.org.uk/madrasah/
-Singapur’da bir medrese: https://roots.sg/Content/Places/landmarks/kampong-glam-heritage-trail-trail-three-along-victoria-street/madrasah-aljunied-al-islamiah
-Özbekisten-Buhara’da, medreseden görüntü (Teşekkür ederiz) http://www.centralasia-travel.com/en/countries/uzbekistan/places/bukhara/kukeldash

—————————

Yazıyı Paylaşırmısınız

About the author

A.Ü. DTCF mezunu. İngiltere, Sheffield Üniversitesinde Enformasyon Yönetimi, İsrail'de Kırsal Bölgesel Kalkınma Planlaması Post Graduate Study. Yayınlanmış çalışmaları: Söz İncileri; Divan Edebiyatından Seçilmiş Beyitler (2. baskı), Önce Söz Vardı; Fıkıh, Edebiyat ve Tasavvuftan Seçmeler. İlgi alanları: Yenilik, değişim, Gelişme. Uzmanlık alanı: Proje Yönetimi.

Related Articles

1 Comment

  1. Işık

    Çoğu yazı gibi yalnızca bir durum tespiti ve yakınmadan ibaret olmayıp önerileri de sıralayarak iyiligi emredip kötülükten men etmenin nasıl hayata geçirilecegini bundan ne anlaşılması gerektiğini bizlere somut örneklerle izah ettiğiniz için müteşşekkiriz. Bu kıymetli yazının boşlukları dolduracağına eminiz.

    Yalnız harekete geçme ve öğrendiğini tatbik etme noktasında daha fazla uygulama ve öğretinin hayata geçirilmesine olan ihtiyacımız devam edecek.

    Acaba sizin gibi düşünürlerin birlikte adim atmaya kollektif bir çözüm arayışına yönelmeye proje üretmeye bilinçlendirme çalışmalarının sayısını arttırmaya yönelmesi mi gerekir? Bu yönelim nasıl ortak hale dönüşür?

    Zira bu düstur doğru anlaşılmadığı için toplumumuzun bir kesimi yargılamalardan ve özel hayata müdahaleden de yakınmakta yıllardır. Sıraladığınız önerilerin bir proje olarak tasarlanması ve sahip çıkılması dileğiyle.
    Saygılar

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked (required)

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.